19 Aralık 2000’de 22 hapishanede aynı anda “hayata dönüş” adı altında, koğuş tipi hapishaneden, tecrit ve tretman esaslı F tipine geçişi sağlamak için faşist diktatörlük devrimci tutsaklara saldırdı. Bu saldırıya devrimci ve komünist tutsaklar büyük bir direnişle karşı koydu. Direnişte 28 devrimci tutsak faşist diktatörlük tarafından katledildi.
VIDEO:
http://www.partizanmedya.net/su-damlasina-sigdirilan-yasam.html?fbclid=IwAR0Y3yqVn-t_6NesDVs4n8l8cYdpMP04acx15YrpzX6R_TPmafgGtJozO9M
28 devrimci tutsağın yaşamını yitirmesine neden olan saldırının öncesi ve sonrasında devrimcilerin durumuna bakmaya çalışacağız. Elbette bu süreçle ilgili bütün devrimci hareketlerin değerlendirmeleri bulunmaktadır. Bu değerlendirmelerin büyük bölümünde (katliam sonrası için) devrimci harekette büyük bir gerileme ve zayıflama hatta yenilgi yaşandığına dair yaklaşımlar söz konusudur. Biz de bu süreçten sonra devrimci harekette büyük bir gerileme olduğunu düşünüyoruz. Bunun iki ayağı bulunmaktadır. Bunlardan birincisi devrimci tutsakların yeni açılan F tipi hücrelerine fiziki olarak götürülmeleridir. İkincisi ise; devrimcilerin kitleler üzerindeki etkisinin zayıflatılması, kitlelerle bağlarının kopartılmasıdır. Bu meselelere dönük değerlendirmelerde farklılıklar olsa da (kimileri “zafer” ve “kazanım” olarak değerlendiriyor süreci) temelde bu noktalara değinilmektedir.
Bu saldırı sonucunda elde edilen “kazanım” veya “başarı”dır. Bunu aşağıda biraz daha ayrıntılı açmaya çalışacağız. Kazanım olarak değerlendirilen elbette devrimcilerin tüm saldırı ve yok etme saldırılarına karşı, büyük bir devrimci direniş, kararlılık ve irade ortaya koyarak, ideolojik olarak düşmanı yenilgiye uğratmalarıdır. Zira düşman F tiplerine götürdükten sonra devrimcileri teslim alacağını düşünüyor, örgütlü bünyesini parçalayacağını hesap ediyordu. Ancak hiçte beklemediği bir şekilde daha güçlü bir direnişle karşılaştı. Örgütlenmesini bu koşullar içinde yeniden biçimlendirdi ve zindanlarda direniş hattını o günden bugüne örgütlü bir şekilde gerçekleştirmeye devam etti.
KATLİAM SÜRECİNE NASIL GELİNDİ?
1990’li yılların başında Rus Sosyal Emperyalizminin yıkılmasından sonra, emperyalist ve kapitalistlerin “ideolojiler öldü”, “komünizm yok edildi” anti-propagandası çok yoğun bir şekilde yapıldı ve kendisine “sol” diyen birçok reformist, revizyonist de bundan etkilendi. Bundan etkilenenler, sınıf mücadelesinden kaçışın gerekçesi olarak bunu kitlelere aşılamaya çalıştı. Bu sürecin sonunda devrimcilere yönelik saldırılar da artarak devam etti.
Genel anlamda emperyalist ve kapitalistler tarafından dünya işçi ve emekçilerine yönelik çok ciddi saldırılar geliştirilirken, diğer taraftan devrimcilere yönelik de özel ve planlanmış saldırılar devreye sokuluyordu. Ülkemizde ise emperyalizme göbekten bağımlı pozisyonda bulunan faşist diktatörlük, önce toplumun dinamik kesimlerine yönelik saldırı planları yaparak, ayaklarını denk almaları uyarıları yapıyordu. Kürt ulusal hareketi bu süreçten sonra topyekün saldırı dalgalarına maruz kaldı. Kürtlerin köyleri boşaltıldı, toplu kıyımlardan geçirildi. Acımasız bir saldırı dalgası bu süreçten sonraya denk geldi. Yine 2 Temmuz Sivas katliamı, Gazi Mahallesine yönelik saldırı, özellikle devrimcilerle güçlü bağları olan Alevilere yönelikti ve bu bağlar katliamla yok edilmek istendi. Ancak yurtsever ve devrimci güçler faşizmin bu saldırısını boşa çıkaran ciddi pratiklere giriştiler. Bunun akabinde Eskişehir tabutluk saldırısı, 1996 Ölüm Orucu ve SAG direnişleri geldi.
90’lı yılların sonlarına doğru yeniden toparlanmaya başlayan devrimcilere yönelik saldırılar dur durak bilmedi. Tutuklamalar, infazlar, katliam ve işkenceler sürüp giderken hapishaneler sorunu faşizm için “çözülmesi” gereken bir sorun olarak her MGK toplantısının baş konularından biri oluyordu. 2000 yılı hapishaneler saldırısı öncesi, Burdur ve Ulucanlar’da “provalar” yapıldı, bu saldırılarda birçok devrimci tutsak katledildi, onlarcası ise işkencelerden geçirildi ve sakat bırakıldı.
1990’ların sonunda kurulan DSP, MHP, ANAP üçlü koalisyonu döneminde, ekonomik kriz had safhaya ulaştı. Öğrenciler, kadınlar, işçiler, esnaflar, köylüler hemen her gün eylemler gerçekleştiriyor, faşist diktatörlüğü her anlamda zorluyordu. Süreci yönetemeyen koalisyon hükümeti bu durumdan çıkış yolu olarak yine devrimci ve demokratlara, yurtseverlere saldırmaya başladı. 15 Şubat 1999 tarihinde emperyalist güçlerin ve faşist diktatörlüğün ortaklaştığı bir komployla Kürt Ulusal Hareketi önderi Abdullah Öcalan yakalandı. Bunun sonrasında başlayan barış ve ateşkes süreci, bu cephede birçok noktada geri adımları beraberinde getirdi. Devamında ise, daha önce Burdur ve Ulucanlar’da provası yapılan hapishaneler katliamı yapıldı.
Yapımına başlanan, duyurusu her fırsatta yapılan F tipi hapishanelere karşı devrimciler de kendi içlerinde uzun uzadıya bir takım tartışmalar yapmışlardı. Kamuoyuna yönelik ise TV ve gazetelerden sürekli “beş yıldızlı otel”, “dubleks daire” propagandası yapıldı. Ekonomik krizin, işsizliğin, enflasyonun tavan yaptığı, Kürt hareketinin cendereye alındığı bir dönemde devlet, hapishanelere yönelik saldırıları konjonktürün parçası olarak bütünlük içinde ele alınması siyasetini benimsendi. Bunun için kamuoyunun duyarlı hale getirilmesi gerektiği su götürmez bir gerçeklik olarak orta yerde dururken, bazı devrimci örgütlerin kendini dayatan, ben merkezci sekter yaklaşımları, açlık grevi ve ölüm oruçlarının her sorunu “çözebileceği” yaklaşımı, devrimciler arasında bölünmeye neden oldu. 3 örgüt 20 Ekim 2000 tarihinden itibaren açlık grevine başladı. Sonrasında bu açlık grevi ölüm orucuna çevrildi -bu sürece dair de bütün örgütlerin değerlendirmeleri mevcuttur.
19-22 Aralık 2000 tarihinde sabahın erken saatlerinde 22 hapishaneye her türlü kimyasal gaz, silah, iş makineleri vb. kullanılarak saldırı gerçekleştirildi.
DEVRİMCİ İRADE HER YERDE ESASTIR, DİRENİŞ HER YERDE MEŞRUDUR!
Faşist diktatörlüğün kendi “kontrolü” altındaki dört duvara aylar öncesinden planlar yaparak saldırmasının altında yatan bir gerçeklik var: Onların hiçbir şekilde teslim alamayacakları devrimci irade! TC elini kolunu sallayarak içeri girip devrimcileri teslim alacağını düşünmüyordu elbette çünkü daha önceki tecrübeleri devrimcilerin asla teslim olmayacaklarını göstermişti.
TC’nin, asker, polis, özel harekatçı vs. tüm güçleriyle yaptığı saldırılarında, birkaç parça eşya dışında kendilerini savunacak bir şeyleri olmayan devrimciler, (Ümraniye ve Çanakkale hapishanelerinde olduğu gibi) dört gün boyunca direnişi sürdürdüler. Bu direniş karşısında faşist diktatörlük o kadar çok paniklemişti ki kendi kendilerine ateş ederek iki askerin ölümüne bile sebep olmuşlardı.
Direnişin kanla bastırılmasının ardından devrimciler açılan F tiplerine götürüldü. Peki faşist diktatörlük istediğini elde edebildi mi? Devrimcileri teslim alabildi mi? Elbette alamadı. Açlık grevleri ve ölüm oruçları tüm hapishanelere yayılarak, artarak devam etti. Her gün işkenceye rağmen faşizmin birçok yaptırımı kabul edilmedi, bugün hala kabul edilmemektedir. Hücre hücre, gün gün eriyen bedenlerine rağmen, devrimciler asla teslim olmayarak, düşmanı ve ona arka çıkan ideolojik yapıyı yendiler. Bugün hala bu duruş ve direniş tüm hapishanelerde, dağlarda, şehirlerde, sokaklarda devam ettirilmektedir, o büyük güne, devrime kadar da devam ettirilecektir.
Bu saldırı her ne kadar hapishanelerdeki siyasi tutsaklara yapılmış ise de özünde “dışarıya” yönelik de ciddi mesajlar vermekteydi. Saldırı bir bütün olarak ülkedeki sisteme muhalif olanlara yapıldı. Dışarıya adeta “gözdağı” verildi. Bu gözdağı açıkça şu mesajı içeriyordu; “muhalefet eden, karşı çıkan herkesin sonu bu olur.”
Bu saldırının genel anlamda kitleler üzerinde, özel olarak da devrimci ve komünistler üzerinde olumsuz etkileri olmuştur. Bir süre sonra (tıpkı bugünkü gibi) yapılan her eyleme saldıran faşizm, devrimcilerle geniş halk kitleleri arasındaki bağın zayıflamasına, kitlelerin hem her an tutuklanırım endişesine kapılmalarına hem de devrimcilere güvensizlik beslemelerine neden olmuştur. Bunda devrimcilerin operasyon öncesi F tiplerine yönelik olarak yaptıkları yanlış anti-propagandanın da etkisinin olduğunu unutmamak gerekmektedir. F tiplerinin kötü olduğunu anlatırken, “ölüm hücreleri” vb. propagandalar, doğallığında tutuklandığında ölüm hücrelerine gideceğini düşünen kitlelerin bir adım daha geri durmasına neden olmuştur. Ama unutulan bir şey vardı bu söylemlerde, devrimciler gittikleri her yeri değiştirebilecek bir iradeye sahiplerdir.
Devrimciler açısından alınan yenilgilerden dersler çıkararak ileriye doğru adımlar atmak zorunludur.
2000’li yıllarda gerek fiziksel olarak düşmanın direk operasyonları gerekse de reformist akımlar “barışçı” mücadele biçimlerini ön plana çıkarmıştır. Buna alan açan ideolojik kuşatmaya karşı, başta komünistler olmak üzere, devrimciler yeniden toparlanmış ve faşist diktatörlüğe karşı savaşmaya devam etmişlerdir.
Devrimciler dün olduğu gibi bugün de 19-22 Aralık’ta ve sonrasında kahramanca direnen devrimcilerden ve ideolojilerinden aldıkları güç ve feyzle hala silah elde faşizme karşı kararlıca direnmektedirler.
19-22 Aralık katliamı teslim alma, yok etmek için gerçekleştirilmişti ancak devrimciler, tek başına da kalsalar hiçbir şekilde teslim alınamayacaklarını dosta ve düşmana kanıtladılar. Bugün hala devrimciler, komünistler, dağda, şehirde, hapishanede, okulda vs. hayatın olduğu her alanda dimdik savaşmaya, mücadele etmeye devam etmektedirler.
Öyleyse bir kez daha, faşist diktatörlüğe karşı kahramanca direnenlere, savaşanlara bin selam olsun. 19-22 Aralık 2000’de hapishanelerde tutuşturulan meşale harlanarak yanmaya devam ediyor, edecek.
*Bu yazı Yeni Demokrasi Gazetesi’nin 12 Aralık 2019 tarihli 50. sayısından alınmıştır.