Uluslararası ilişkiler ve özellikle Ortadoğu üzerine çalışmalarıyla tanınan akademisyen ve yazar Haluk Gerger Siyaset Gazetesi ile dünya güç dengeleri, Ortadoğu ve Türkiye üzerine bir röportaj gerçekleştirdi
ABD’nin önde giden başkan adaylarının her ikisinin de (D. Trump ve H. Clinton) Barack Obama yönetimine göre daha müdahaleci bir çizgi izleme eğiliminde olduğu düşüncesini paylaşıyor musunuz? Bu, Obama yönetiminin Afganistan ve Irak başta olmak üzere “geniş” Ortadoğu’dan askerlerinin büyük bölümünü çekme ve askeri müdahalelerden kaçınıp bölge aktörleriyle Ortadoğu siyasetini yürütme yaklaşımının değişeceği anlamına mı gelir?
ABD’de her zaman ikili, daha müdahaleci ve izolasyonist çizgi olur. Bugün Trump geleneksel muhazafakar izolasyonist çizgiyi, Clinton ise, özellikle liberal Truman’la şekillenmiş liberal müdahaleci hattı temsil ediyorlar. Ne var ki, aslolan bunlar değildir. Sermayenin ve emperyalizmin dinamikleri bizzat sermaye sahiplerini ve onların siyasetle bürokrasideki hizmetlilerini de tutsak alır. Dolayısıyla, ABD her zaman müdahaleci bir güçtür. Dünya güç dengelerine ve içerideki koşullara göre işleyiş değişebilir elbette ama saldırgan öz aynı kalır. Bu, nüansları, bazen ciddi yöntem farklıklarını, toplumsal baskıların, dışarıdaki direnişlerin, hatta kişisel üslupların etkilerini göz ardı etmek anlamına gelmemeli. Önümüzde, Clinton’un başkan olacağını varsayarsak, daha “aktif” bir Amerikan çizgisi görebiliriz.
ABD’nin dünya çapındaki hegemonik konumunda bir gerileme eğilimi görüyor musunuz? ABD’ye karşı Çin-Rusya ekseninin yükseldiği söylenebilir mi? Bir işçi-emekçi ve halkçı devrimler dalgası gelişmediği takdirde orta vadede emperyalist-kapitalist kampın liderliği nasıl şekillenebilir?
Kuşkusuz göreli olarak ABD bir gerileme yaşıyor. Birincisi, ABD’nin iç sorunlarının ağırlığı. Ekonomiden sosyal meselelere, içeride gerginlik yaratan çok faktör var. Dışarıda etkin, yaygın, çok boyutlu direnişler söz konusu. Yeni güç odakları ortaya çıkıyor. Soğuk Savaş sonrasından, yani Sovyetler Birliği’nden sonra, Batı Bloku önderliği de sıkıntıya girdi. ABD, kültürel/ideolojik, ekonomik, askeri-politik temellerde öteki müttefiklerine göre mutlak üstünlüğünü yitirdikçe ve ortak düşman heyulası da ortada kalkınca, ABD etkisinde azalma görüldü. Bence o zamandan bu yana ABD esas olarak ancak uluslararası ilişkilerin militarizasyonu aracılığıyla hegemonik konumunu sürdürebildi çünkü ekonomik, kültürel vb alanlarına göre mutlak üstünlüğe sahip olduğu tek alan ve koz olarak askeri gücü var elinde. Bugünlerde, son yılların büyük küresel ekonomik bunalımdan görece erken çıkmasıyla gücünde de bir artış var ve bunun sonuçlarını Clinton’la birlikte belki görebiliriz.
Müttefikler, varsa şayet Çin-Rus ekseni ya da hatta işbirlikçilerle ortaya çıkan çelişkiler şaşırtıcı değil. Hegemonik gücün görece gerilemesiyle çelişkileri bastırması ya da çözmesi zorlaşır; başına buyruk davranma, dayatma, salt kendi çıkarlarına göre ilişkileri düzenleme imkanları azalır. Obama’nın “pasifizmi”nde bir “geri çekilme” değil de, yukarıdaki duruma göre tutum alma, ortak davranış ve uzlaşma imkanları arama, hegemonik konumun işleyişini yeniden belirleme çabalarını görmekteyiz. Ve bence başarılı da olunmaktadır ABD açısından.
Şimdi ABD bir gerçeklik yaratıyor ve bütün aktörleri bu gerçeklik içinde davranmaya mahkum ediyor. Bir başka ifadeyle, ABD ile çelişen-çatışanlar da dahil bütün aktörler, hegemonun çizdiği gerçeklik içinde “gerçekçi” oluyor, o çerçevenin içinde davranışlarını biçimlendiriyorlar. Örneğin, İran “gerçekçi” davranıp “nükleer anlaşma”yı imzalıyor, uluslararası ekonomiye daha fazla eklemleniyor ve petrol pazarına entegre oluyor. Rusya, Ortadoğu’yu felç halinde tutan “kaotik denge”ye katkıda bulunuyor, hiç kimsenin kazanamayacağı oyunun sürmesine katkıda bulunuyor. Türkiye, İncirlik Üssü’nü açıyor, İsrail’e yanaşıyor, IŞİD karşıtı koalisyona daha aktif katılıyor. Devlet dışı aktörler de “gerçekçi” davranıyor, ABD müdahilliğine, onun önceliklerine daha uyumlu pozisyonlara çekiliyorlar. Özet olarak, tüm aktörler ABD’nin yarattığı Gerçeklik çerçevesinde gayet “tutarlı ve gerçekçi” bir biçimde kendi çıkarlarını korumaya, geliştirmeye çalışıyorlar, hatta yeri geldiğinde ABD ile çelişiyorlar, belki yer yer sınırları çizilmiş biçimde çatışıyorlar da. Yani, ABD hegemonyası yayılarak sürüyor. “Oyun kurucu” olmak tam da bu işte. Unutmayın hegemonyanın bir işlevi de çelişkilerin koordinasyonunu düzenleme rolünde Zeus gibi doruklarda konumlanmaktır.
Rusya’nın Suriye’deki deniz ve hava üsleriyle, SA-400 füze sistemiyle güçlü biçimde konumlanışını hegemonya mücadelesi bağlamında nasıl değerlendiriyorsunuz?
ABD bence başından beri Suriye’de bir tarafın kazanmasını istemiyordu ve güç ilişkilerinde ve sahada üstünlük kazananın karşısında gerileyene müzahir bir pozisyona geçiyordu. Bir tahterevalli oyunu ya da akrobatik gösteri gibiydi bu. Amaç, sadece Suriye’yi değil, genel olarak Ortadoğu’yu, bir kan gölü, kurumsallaşmış (yani süreklilik kazanmış ve sonuçsuz kalmaya mahkum olmuş) çatışmalar kaosu içinde felç halinde tutmak idi. Anımsarsınız, yavru Bush’un dışişleri bakanlarından biri bunu “yaratıcı kaos” olarak tanımlamıştı. Nasıl ki tanrı dünyayı-insanlığı kendi gül cemalinden büyük patlamanın kaosuyla yaratmıştı, şimdi de yeryüzünün tanrısı ABD en azından Ortadoğu’yu kendi dünya tasarımı uyarınca bir kaos ortamından yeniden “dizayn” edecekti. Daha önce de değindiğim gibi alanın/sahnenin militarizasyonu bunun için şarttı. Şayet ABD Afganistan’ı kurtaracaksa, önce “özgürlük savaşçıları” olarak tanımladığı, para, silah eğitim verdiği Taliban’ı yaratacaktı, sonra da Afganistan’ı ondan “kurtaracak”tı. Ortadoğu’da herkesi hizaya sokmak için IŞİD gerekiyorsa, bir biçimde “yaratıcı kaos” dışsal müdahaleye gerek kalmaksızın kendi doğallığında onu ortaya çıkartacaktı. Kerry’nin geçen yıl 24 Eylül söyleşisinde CNN’de Amanpour’a dediği gibi de, “ABD bölgede ittifak ağı oluşturmadaki zorluğu IŞİD tehdidinin yoğunlaşmasıyla ve dolayısıyla herkesin tehdidi iyice anlamasıyla aşabilmiş”ti. 24 Temmuz 2015’te de bir Amerikan Dışişleri Bakanlığı “üst düzey” yetkilisi New York Times’a, “Türkiye’nin oyuna girmesi için IŞİD’in doğrudan Türk hedeflere saldırmasının katalizör rolü oynadığı”nı söylemişti. Bu türden şeyleri her aktör için görebiliriz.
İşte Rusya da böyle oyuna giriyor, onun bir parçası olarak Gerçeklik’e katkıda bulunuyor ve gerçekçi biçimde çıkarlarını bu çerçeve içinde korumaya çalışıyor. “İstikrarsızlık” içinde hegemonya sağlamak ya da “istikrar içinde yönetmek.” Suriye uzun süre istikrarsızlığın kaosu içinde boğuldu. Bumerang türü gelişmeler raydan/kontrolden çıkınca ve vidaları biraz sıkmak, denetimi arttırmak gerekince de görece dengeyi Rusya sağladı. Ne diyor Obama?: “Esad’ın gitmesi iyi olmazdı.” Esad’ı kim kalıcılaştırıyor?: Rusya. Rusya kimin istediğini yerine getirmiş oluyor?..
Hegemon güç, tüm aktörlerin kendi koordinasyon denklemi içinde konumlanmasını ister. Bunun dışında kalanlarla çatışır. Bir ara bu çerçevenin çeperinde Türkiye (ve hemen dışında da İran) vardı. Esad bile burada konum bulmak istiyordu. Rekabetler, uluslararası ittifaklar ve güç dengeleri üzerinden yürüyor. Ve temel amaç da, Üst Akıl’a eklemlenmek, çeperden merkeze intikal etmek. Üst aklı ise, çok büyük oranda ABD oluşturuyor ve temsil ediyor.
Gerçeklik, kendi gerçekçiliğini belirliyor ve sistem içine kıstırdıklarına gerçekçiliğin zorunluluğu ile hegemonyasını dayatıyor. Sistem içine kıstırılanlar hegemonun boğazlaşma hesaplarına kurban verilirken sistem dışında kalanlar öyle kurgulanıyor ki, onlar da “düşmanlık” konumuyla hegemona hizmet ediyorlar.
Kuşkusuz ABD kadir-i mutlak değil. Ama yenilmesi onun Gerçeklik çerçevesinin parçalanmasıyla gerçekleşir. Üst aklı onun böyle dumura uğratılabilir. Gerçekçi olmak, her zaman akıllı olmak anlamına da gelmeyebilir…
Cenevre Konferansları üzerinden ABD ve Rusya’nın Suriye’nin yeniden şekillendirilmesi konusunda anlaşmaya vardığı tezine katılıyor musunuz? Eğer böyle bir anlaşma varsa ve uygulayabilirlerse nasıl bir Suriye’yle karşılaşırız?
Bu anlaşma, “yaratıcı kaos”un, en azından daha bir süre “sürüncemede bırakılmış istikrarsız denge” içinde dondurulması olarak yorumlanabilir. Belki, genel ABD/Batı-Rus bilek güreşinin şimdilik Suriye ve Bölge’nin kanı-canı üzerinden ve halkların “felç hali” ya da “kendini tüketen kör şiddet”i çerçevesinde yürütülmesinin yöntemi olarak da görülebilir şayet varsa bir anlaşma.
Özellikle Irak ve Suriye’deki “ulus-devletler”in dağılma eğilimi dikkate alındığında emperyalistler arasındaki Sykes-Picot anlaşmasının ömrünü tamamladığını düşünüyor musunuz? Dört ülkeye paylaştırılmış Kürdistan’ın her parçasında yükselen ulusal ve sosyal kurtuluş hareketlerinin Sykes-Picot düzeninin sarsılmasında/dağılmasında nasıl bir etkide bulunduğunu söyleyebilirsiniz?
Sykes-Picot içiçe geçmiş sömürge düzenlerinden oluşmaktaydı. Genel düzenin kendisi sömürge dizaynıydı ve onun içinde de küçük sömürge alanları oluşturulmuştu. Elbette İsrail’i bu düzenin parçası saymak gerek; o da 1947-48’de bir organik parçası olarak eklemlenmişti her iki sömürge düzlemine. Sykes-Picot düzeni sadece sömürgecilerin ya da sonra emperyalizmin desteğiyle değil, aynı zamanda kendi organik unsurlarının, yarattığı devletlerin desteği ile de yaşayabildi. Bugün gerçek manada bu düzenden iki müşteki var: Kürtler ve Filistinliler. Bir Filistin devletinin kurulması Sykes-Picot bakımından bir çöküş anlamına gelmez; hatta eksik bırakılmış bir unsurunun eklenmesiyle pekiştirilmesine bile katkıda bulunabilir teorik olarak en azından. Kürtlerin durumuysa, farklı. Sykes-Picot’ya ölümcül tehdit onlardan geliyor. O düzene asimile edilerek eklemlenebilirler mi? Bu da zor görünüyor çünkü “Kürt etkisi” birden fazla kritik aktörü ve geniş bir jeo-politik alanı etkiliyor. Hatta genel “Arap dünyası”nın itirazı açısından bakarsak, bütün bölgeyi kapsıyor bile diyebiliriz. Mesele sadece “toprak” işi de değil. Sykes-Picot, küçük “ulus-devlet” alanları içine tıkıştırılan etnik unsurların, dinsel ve mezhepsel aidiyetlerin, kültürel yapıların, hatta aile, aşiret, hanedan gibi olguların, dış güçlere sığınmak zorunda kalacakları bir büyük çatışma zemininin de taammüden yaratılması projesiydi. Burada bir kırılma kaçınılmaz olarak tektonik sarsıntılara, depremlere, yıkımlara neden olur emperyalist düzende.
“Arap Baharı” sürprizinin ilk paniğinde, düzeni yeniden üretecek restorasyon güçleri olarak elde mevcut olanlardan, işbirlikçiliğin Soğuk Savaş’taki “ılımlı milliyetçilik” aşamasından “ılımlı İslam” boyutunda yer alanlardan medet umuldu. Ne var ki, Mısır darbesi, düzenin korunmasında geleneksel yöntemlere dönülebileceğinin de ciddi bir işaret oldu. Erdoğan’ın Mursi-Sisi tepkisine biraz da bu açıdan bakmak gerek. Sykes-Picot temelinde yeni işbirlikçiliğin ve genel restorasyon sürecinin aktörleri, güvenilir tetikçileri kimler olacak?
Kısaca şunu söylemek istiyorum: Sykes-Picot sarsılıyor, kırılmalar yaşıyor ama şayet onu dönüştürmenin nihai mercii olarak ABD-Batı görülüyorsa, büyük beklentiler içinde olmamak gerek…
Halklar arasında eşitlik, özyönetim, kadın-özgürlükçülük, laiklik ilkelerine dayanan Rojava modeli Ortadoğu halkları için bir örnek oluşturabilir mi?
Bu evrensel demokratik yapılanma modelinin Rojava’da da hayata geçirilmeye çalışılması elbette çok önemli ve Bölge açısından güzel bir örnek, bir kazanım. Bana göre, Rojava’da, milli kimlik ve amaçlarla evrensel insani değerleri bağdaştıran/kaynaştıran bir direniş hattının oluşturulması, daha özgün, bugün neredeyse unutulmuş, dolayısıyla az görülen ve dünya çapındaki büyük ihtiyaca yanıt veren çok önemli bir örnektir.
AKP iktidarının Ortadoğu’da (ve Balkanlar ve Kafkasya’da) nizam vericilik, oyun kuruculuk iddialarının bir karşılığı var mı? Yeni Osmanlıcı tasarılar yalnızca Erdoğan/AKP iktidarının “ideolojik” hayalleri midir? Türkiye’nin ana akım (TÜSİAD’cı) sermayesinin birikim düzeyinin ve yayılmacı emellerinin bunda ne kadar etkisi var?
Evet “Osmanlıcılık” bir yanıyla ham ideolojik hayaller. Bir yanıyla da, yığınları hayallerle uyutmak için kullanılan bir malzeme. Ama başka boyutları da var. Sermaye genel olarak krizlerini aşmak yolunda genişleme dürtüsüyle hareket eder. Türkiye’nin ekonomik darboğazlarını aşmada “Ortadoğu pazarı”nın önemli bir rolü olduğu düşünülüyor. Büyük burjuvazinin yükselen kesimi MÜSİAD burjuvazisi, pısırık Batıcı bulduğu TÜSİAD’cı sınıf kardeşlerinin aksine, kültürel/tarihsel mirasından da yararlanarak Bölge’ye açılabileceğine inanıyor. Anadolu muhafazakarlığına ve dine dayanan ideolojik yapısının da kendisine bu alanda imkanlar, kabiliyetler verdiğine inanıyor. Onun bu dinamiği ve yönelimi siyasetteki temsilcisi AKP iktidarınca hayata geçirilmeye çalışılıyor.
Elbette sermaye bir yere giderken politik/askeri bir genişleme de kendisine refakat eder, ya da böylesi imkanlar da doğar. Bu, Türkiye’nin Kürt Sorunu açısından hayati önem taşıyor. AKP iktidarı Kürt Sorununu ancak Kürdistan’ın öteki parçalarına yayılmayla ve oralarda hegemonik bir konum elde etmekle çözebileceğine inanıyor. Bu, ulusalcıların şiddete dayalı “Musul’u alamazsak Diyarbakır’ı kaybederiz” formülünün “Osmanlı modeli” versiyonu. Buna göre, Kürdistan üzerindeki bu hegemonik pozisyon, Osmanlı’da olduğu gibi, Kürtlere yeni mirlikler aracılığıyla “muhtariyet” verme imkanlarını yaratır ve bu da sorunu çözer, en azından yumuşatır. Sermaye-siyaset-askeriye üçlüsünün ortak harekatı ve bunun getireceği kültürel/ideolojik etki, sadece ekonomik krizi çözmeye değil, daha da önemlisi Kürt krizini de aşmaya imkan tanıyabilir. Yani “Osmanlıcılık” aynı zamanda reel ihtiyaçlara/zorunluluklara yanıt veren bir yönelişin adı ve dertlere çarenin ilacı olarak geliştiriliyor. Buna koşut “fetih geleneği”nin canlandırılmasının ayrı getirileri de var elbette. Tek adam kültünün, giderek, rejiminin yerleştirilmesinde, faşizmin kitle tabanının seferber edilip enerjileri yutan uzak amaçlara yönlendirilmesinde, çok örselenmiş milli egonun canlandırılmasında, dış dünya ile ilişkilerde ellerin güçlendirilmesinde ve başka birçok alanda ayrıca işe yarayan bir araç da “Osmanlıcılık”. İçeride ve dışarıda yaratması kaçınılmaz çelişkiler, çatışmalar ve risklerse, büyük kumarların, denetimsiz tek adam kaprislerinin, faşizmin kendine özgü yürüyüşünün ayrılmaz sonuçları ve belki yeni düzene gidişin belirtileri; onun dinamizminin hayat damarları olduğu kadar korkularının yürek gümbürtüleri, felaketine dolu dizgin koşuşunun ayak sesleri.
Muhaliflere yönelik baskı ve şiddetin artması, hak ve özgürlüklerin sürekli budanması, Kürt halkına yönelik savaş politikasının derinleştirilmesi, toplumun ve hukukun giderek dinsel referanslara dayandırılması tasarıları, toplumu muhafazakarlaştırma politikaları vb temelinde AKP merkezli bir faşist rejimin kurulması yönelimi “egemen sınıf”ın ne ölçüde desteğini alıyor? AKP-sermaye ilişkileri nasıl görülmeli? Bu çerçevede ABD’nin “müesses nizamı”ndan gelen “Erdoğan gitmeli” mesajları nasıl okunabilir?
Türkiye egemenlik sisteminde çok boyutlu krizlerden ve rejim değişikliği gündeminden kaynaklanan bir yarılma söz konusu. Yaşananlar biraz da bu durumun sancıları. Faşizm, egemenlerin içlerinde ve aralarında da sıkıntılı ilişkilerle atbaşı gider; bunların da hem nedeni, hem sonucudur bir bakıma. Bugün yükselen sermaye kesimi MÜSİAD’ın borusu ötüyor. Yarın TÜSİAD’ın da gidişle ortaklaşmaya ve nemalanmaya yönelmesi beklenmeli. Erdoğan’ın “En çok bizim dönemimizde kazandılar” hatırlatması boşuna değil. Salt “hayat tarzı”na dayalı bir “muhalefet”, kâr tanrısıyla ne kadar yarışabilir, ona ne kadar direnebilir ki. “Hayat tarzı” muhalefeti sonunda “sol-liberal-ilerici-demokrat” bir avuç “aydın”a kalır. Onlar ne kadar sürdürür, orası da meçhul…
Führer rejimleri ve onun genişleme dürtüleri/ihtiyaçları, tek adam gerçekliğinin dinamikleriyle birleşince hemen her zaman dışarısıyla da çelişkiler yaratır. Gelişmiş kapitalizmin faşizminde bütün bunlar paylaşım mücadelesi içinde erir, Hitler’in savaşında yaşandığı gibi. Azgelişmiş ülke faşizmlerinde global paylaşım yerine en fazla bölgesel hegemonya maceracılığı devreye girer ve bunun küresel efendilerin şemsiyesi altında, emperyalizmle işbirlikçilik (Bölge’de buna Siyonizmle işbirliğini de eklemek gerekir) içinde gerçekleştirilmeye çalışılması beklenir. Ama yukarıdaki faktörlerin nesnel etkileri de arada baskın çıkabilir ve yeni çatışmaların kaynağını oluşturur. Bugün AKP-Erdoğan ile ABD-Batı çelişkilerini buralarda aramak gerek. Nasıl sonuçlanacağını şimdiden kestirmek ise zor.
Bugün Erdoğan/AKP merkezli otoriter ve totaliter bir rejimin kurulması, Türkiye’nin savaşa sürüklenmesi, faşist yükselişin durdurulması için en geniş demokrasi güçlerinin bir araya gelmesi ve bir “Demokratik Cumhuriyet”in hedeflenmesi anlamında bir Demokrasi Cephesi’nin kurulmasını mümkün ve doğru buluyor musunuz? Ya da bu gidiş nasıl durdurulabilir?
Her birinin dili, yapısı, sosyal kompozisyonu farklı üç düzlemde direniş örgütlenmeli ve bunlar (geçmişteki evrensel hatalar ve olumsuz sonuçlardan çıkartılan dersler ışığında) iç içe geçen bir ilişki yumağı içinde koordine edilmeli. Bunlar, a) klasik anti-faşist mücadele (sorunlu olduğunu unutmadan halk cephesi formülü); b) demokratizme düşmeden Kürt Sorunu eksenli ve hatta Kürt önderlikli demokrasi direnişi; ve c) devrim ve sosyalizm kavgası. Önderliği ve koordinasyonu yapacak güç ise, proletarya örgütlenmesidir, komünist partidir. Bu da, olayların anaforunda tasfiyeye uğramama bilincini ve ideolojik-örgütsel bağımsızlığı kıskançlıkla savunmayı gerektirir. Bunun bugün en zayıf nokta olduğu kanısındayım.