ANI / ANLATI/ GÖZLEM :
MAZLUM ERMENİ HALKININ VE DEVRİMİN YİĞİT NEFERİ NUBAR OZANYAN’A… / Devrim Özgüç
Orhan Kobane (Nubar Ozanyan) hakkında bir çok makale yazıldı, çizildi. Bir dönem tanıma olanağına kavuştuğum Orhan’la ilgili bir şeyler yazmayı, onu tanıdığım gözlemlediğim kadarıyla paylaşmayı devrimci bir sorumluluk olarak hissediyorum. Orhan‘ın ölümsüzleşmesi üzerinden Parti içindeki tartışmaların bir parçası yapma, onun şehitliğini fırsat belleyip yararlanmaya çalışan bir „iddiasızlar“ grubu olduğunu görmekteyiz. Orhan’ın şahadeti üzerinden partiye saldıran anlayışları kendi yozlaşmış dünya görüşleri ve politik konumlanışlarıyla baş başa bırakmak gerek.
Orhan (Nubar Ozanyan) yoldaşla kısa bir gezinti….Kimliksiz, mülksüz, acıların, yoksuluğun simgesi Orhan…
2015 Yılında, Gare Kampı hazırlıkları son evresine gelirken, kimleri tanıyacağımı, kimlerle buluşacağımı ve kamp oluşumunun heyecanını yaşıyordum. Daha önce tanıdığım yoldaşların orada olacağını düşünüyordum. Bir kısım savaşçının da kampa geleceği planı yapılmaktaydı. Fakat Orhan’ı hiç görmemiştim. Bu kadar yaşlı bir PÜ’ün Partinin Rojava’da görevlendirdiği Komuta kademesinde olacağını hiç düşünmemiştim.
Gare Kampının hem alt yapı hazırlıklarının bir kısmını yerine getirmek, hem savaşçı aktarımının organize edilmesinde hem de Partiyle olan haberleşme ilişkisinin sağlanmasında, başka bir yoldaşla bu alanla ilgili görevliydik.
Gareye geçmek için 3-4 saatlik dağ yollarında geçip hevallerin Kampına ulaşıp, oradan sonra ilgili kamplara dağılım söz konusuydu. Böyle örgütlenmişti. Zira alanda birçok örgüt ve yapılanmanın kampları söz konusuydu. Bölgenin güvenliği açısından bu elealış söz konusuydu. İlk alım yerine vardığımızda Hevaller Partimizin Komuta kademesini telsizlerle arayarak misafirlerinin olduğunu bildirdiler. Hevallerle yaptığımız sohbetler ve şakalaşmalardan sonra bir saat sonra daha önce tanıdığım bir Yoldaşım ve Fermun bizi karşıladı. Oldukça sıcak bir hava da patika yollardan gecerek kampa ulaştık.
Fermun yoldaşı ilk gördüğümde çileli ve acılarla geçmiş, yoksullukla iç içe bir yaşamın içinden geldiğine karar kıldım. Fermun yoldaşı ilk gördüğümde “bu yaşlının burada işi ne diye” bir duyguya da kapıldım doğrusu.
Fakat yola koyulduğumuzda, o engebeli patika yollarda üzerimizde onlarca kilo yükle, sıcağın kavurucu etkisiyle Fermun yoldaş en önde hızlı hızlı adımlarla ilerliyordu. Hemen arkasında ben ve benim arkamda diğer yoldaş Gare Dağı’nı katar katar adımlıyorduk. Bazen ağaç gölgesinde kısa dinlenmelerle kamp alanımıza yaklaşmıştık. Yaklaşık bir bucuk saatlik yürümeden sonra Kamp alanında bizleri diğer yoldaşlar karşıladı.
Orhan yoldaşın yüzündeki derin çizgiler, ellerindeki yarıklar, vücudundaki yıpranmışlık, duyma sorunu, dişlerinin bakımsızlıktan dökülen görüntüsü, yürürken sağa sola yalpalaması hemen dikkat çeken yönlerdi. Bunların yoksulluk, acı ve yaşlılıktan kaynaklı olduğu görülmekteydi. Ancak yaşlılıktan çok çileli bir yaşamın ve yoksulluğun tahribatıydı yaşanan. Ama onun buna karşı direnişi, görüntüsüne inat dinç ve dinamik yapısı insanı şaşırtıyordu. Yaşama sevinci, mücadeleye bağlılığı ve direnişçi yapısının ondaki dinamizmi doğurduğunu insan düşünmeden edemiyordu.
Kamp alanına varır varmaz, Orhan yoldaş sırtındakileri indirip hemen demliğe su doldurup odunları yakarak çay demledi. Şehirde yaptığımız alış verişte getirdiğimiz yiyeceklerle sofrayı dizdi ve birlikte yemek yedik çay içtik. Soframızı bitirir bitirmez yine ilk davranan Orhan yoldaş oldu. Hemen sofradakileri toplayıp yerleştirdi ve kap kaşıkları dere kenarına giderek yıkayıp getirdi. Yani bize misafir muamelesi yapıyordu. Ama böylesi yaşlı bir yoldaşın bize böyle hizmet sunması beni huzursuz etmişti.
İlk gördüğüm de Orhan yoldaşa olan ön yargım (bu moruğun burada işi ne) bir anda yok olmuştu. Daha önce tanıdığım yoldaşları ve katılan genç militanları gözlerimle süzerken, gözüm hep Orhandaydı. Biraz onda kendimi gördüm. Hiperaktif, yerinde durmayan sürekli birşeyler yapan, karıştıran, kendine iş cıkaran ve hiçde usanmadan takmadan diğer yoldaşlara bile sitem etmeden ortalıkta dolaşan, üreten bir kişi vardı. Sanki kendi gündemi, kendi işi vardı ve onun dışında buna dair kimin ne yaptığı umurunda değildi. Orhan yoldaş halk tabiriyle Pire gibiydi.
Akşam güneş batımıyla herkes çadırına çekildi. Benim için Orhan yoldaş bir çadır hazırladı ve Battaniye, ince bir döşek çadıra attı. Bana dönerek “yoldaş senin çadırın. İstersen başka yerde yatarsın” dedi. Ben teşekkür edip, bunun yeterli olduğunu ve kendisine hiç sorun yapmaması gerektiğini söyledim. Bu duruma alışık olduğumu da ekledim.
Gece çadırda yıldızları seyrederken gündüz tanıştığım yaşlı ve bir hayli yıpranmış Orhan yoldaşı düşünüyordum ve içimi bir acı, bir hüzün sarmıştı. Yoldaşalarımızın bu durumda olmaları zoruma gidiyor ve bir türlü gerçekliğide kabullenmek istemiyordum. Epey bir uğraştan sonra uykuya daldım ve sabahın tan güneşiyle uyandım. Kampın belli bir disiplini vardı. Tespit edilen saatlerde herkes uyumak ve yine belirlenen saatlerde kalkmak zorundaydı. Hemen zıplayarak çadırdan fırladım ve akan dereye doğru yöneldim. Elimi yüzümü yıkadıktan sonra dağın temiz havasını içime çektim ve kampa doğru yöneldim. Kahvaltı hazırlandı ve herkes kahvaltı yaptıktan sonra sabah sporu başladı. Kısa koşularla ve jimnastik hareketleri ile yapılıyordu spor. Sonrasında ise eğitim çalışması yapılmaktaydı. Eğitim çalışmasına herkes aktif katılmak zorundaydı.
Sonrasında ise silah kullanımı ve teknik konular toplu yada tek tek yapılyordu.
Orhan’ın Komutan olduğunu ikinci gün öğrenmiş oldum. Kampın silah ve teknik eğitimcisi olduğunu da öğrenmiş bulunuyordum. İkinci günden sonra Orhan yoldaşla daha yakınlaşmış ve birbirimizle sohbet ediyorduk. Orhan’da beni tanımaya çalışıyor ve elindeki tüm imkanlarla bana silah kullanmayı ve diğer teknik bilgileri öğretmeye çalışıyordu. Bunu yaparkende çok sıradışı mütevazi ve yoldaş sıcaklığını hissettirerek, candan yapıyordu. Onun ne bir komutan olduğunu ne iyi bir atış ve bomba uzmanı, yada uzun süreli savaş içinde bulunduğunu tahmin etmek mümkün değildi. Ancak pratikte bunu görme fırsatı oluyordu. Çünkü bunları sohbetler içinde hissettirmiyordu.
Fakat artık Orhan’ı tanıdıkça kabiliyet ve yeteneklerini de görme ve tespit etme durumum oluşmuştu.
Onun uzun süre Karabağ’da savaştığını (bu savaşa girmesi Partinin yönlendirmesiyle değil tamamen kendi inisiyatifi ve bireysel tutumuyla şekillenmiştir) kendisinden duymadım, başka yoldaş bana anlatırken onun gözlerine bakıyordum. Ne bir böbürlenme ne bir havaya girme, normal bir süreçmiş gibi davrandı. Kendisiyle ilgili anlatılanları umursamadı bile. 1990-1991 de Bekaa Kampı ve belli bir eğitimden sonra Komutan olma ve eğitim verme yeteneklerini öncesinden kendisinde toplamıştı. Gerilla alanlarında mücadelede yerini alan birçok Militana silah-teknik eğitim vermiş ve hazırlamıştı. Bunların hepsi onun tutum davranışlarına bakılırsa normal şeylerdi. Bu açıdan bir bilgelik vardı duruşunda. Ayrıcalık bekleyen, övgü bekleyen bir konumu, takdir edilmeyi uman bir ruh halinin esamisi okunmuyordu.
Orhan Yoldaş yanıma gelerek “Devrim Yoldaş seninle silahlı eğitim yapacağım ne dersin” dedi. Hemen evet yapalım dedim.
Öncelikle benim yapmam gerekenleri kendisi pratik anlamda bana göstererek uyguluyor ve ben ise pür dikkat onu dinliyordum. Keleşin özeliklerini bana anlatıyor nasıl sökülüp takılacağını gösteriyor… Derken yarım saat onu dinledikten sonra kelleşi elime verdi.
İlk iş kelleşi söküp taktım. Hiç bir sorun olmadı. Bana dönerek “ya yoldaş sen bu işi daha önce yaptın mı? Sen biliyorsun, hem de oldukça hızlı yapıyorsun” dedi. Ben caktırmadan hayır dedim, fakat köyde silahla belli tecrübem vardı.
İlk atışlara sıra gelmişti. Keleşi alıp diz üstü oturup sağ omuzuma yerleştirip hızlı pozisyon alıp bir kaç saniye içinde mevziiye atışları yapınca, Orhan yoldaş bana şaşkınlıkla bakıyordu. Çok iyi yoldaş. Sen atışı önce yapmışsın. Senin tecrüben var hem de çok iyisin dedi güldü ve arkasını döndü gitti. Benim bu işe yatkın olmama sevindiğini gizlememişti.
Siyasi sorumlu arkadaşla bir şeyler konuştu ve tekrar bana yöneldi. Devrim yoldaş bu keleş sana ait dedi ve bende gülümseyerek yoldaş ne gerek ben zaten geçiciyim dedim. Olmaz burda herkes silahlı olmak zorunda dedi. Keleşi Orhan’dan aldıktan sonra dikkatle ve uzun uzun Orhan yoldaşı izledim.
Her saniyesinde hareket ve pratik eksik olmuyordu. Yerinde duramıyordu. O vücut bu yaşlı adama göre değil deyip içten içe sevinmeye başlamıştım. Sanki diyalektiğe meydan okuyor, onun yasalarıyla kavgaya tutuşuyordu. Bu yaşlı komutanın, yoldaşlarımıza değer katacak ve eğitecek düzeyde olduğunu düşünerek ilk başta oluşturduğum ön yargının “güneş görmüş kar gibi” erimeye başladığını fark ettim. İyi bir komutanın tüm özelikleri onda vardı, üstelik bu işini mütevazi bir şekilde yapıyordu.
Orhan’la artık “kanka” olmuştuk. Üçüncü günü Orhan yoldaş bana “spor eğitimlerini sen veriyorsun Devrim” dedi. Ben “yok yoldaş sizin planlarınızı bozmayayım. Yapıyorsunuz işte” diye yanıtladım. Yok yok ben iki gündür seni izliyorum sen çok yeteneklisin sporda ve burada bizim senden öğreneceğimiz var deyip kendi tarzıyla içten ve samimi şekilde gülümsedi arakasını döndü gitti. Bir yerde duramazdı.
Silah ve teknik eğitimde her gün biraz daha fazlasını yapıyorduk. Orhan yoldaş daha dinamik olmayı istiyordu. Orhan yoldaş bana “Devrim yoldaş bak sen çok sportifsin ve çok enerjiksin. Burada komutanlık sorunumuz var. Sen buna çok uygunsun. Burda kal ve kısa sürede gelecek yoldaşlara eğitim vererek ülkeye aktarırız” dedi. Ben Orhan yoldaşa durumumu izah ettikten sonra Parti bu konuda uygun görürse neden olmasın dedim. Fakat şu an benim asıl görevim buranın diğer anlamdaki örgütlenmesi ve ben buraya yakın şehirde olacağım ve ihtiyaç olursa komutanlık kademesinde sorumluluk alırım dedim. Bana sarılarak yoldaş çok iyisin. Gözüm seni kesti. Bizi mahcup etme diyerek arkasını döndü gitti.
Kamp süreci içinde daha önce tanıdığım yoldaşları değerlendiriyor ve derin derin düşüncelere dalıyordum. Herkes bir tarafa Orhan yoldaş bir tarafa koymuştum. Eğitim calışmalarında var olan teorik-siyasal bilincin zayıflığı ortaya çıkıyordu. Eğitim calışmasında sorumlu yoldaşın yeterince teorik donanıma sahip olmadığı klasiklerin tekrar edilmesi, katılanları çokta doyurmuyordu. Klasiklerden okumalarla eğitimin tamamlanamayacağı gerçeği söz konusuydu.
Tabiki diyalektik materyalizme göre Teori-Pratiğin birliği önemli yerde durmaktadır. Eğitim çalışmasında kimin ne kadar teorik donanıma sahip olduğunu kısa sürede anlıyorsun. Yapılan eğitim çalışmaları yeterli olmasa da gerekli ve bir o kadar da zorunluluktu.
Orhan yoldaş kolay kolay siyasal konulara hiç girmezdi ve birlikte olduğumuz süreçte Kaypakkaya çizgisi ve genel Teorik-siyasal düzlemde ortalama bir birikime sahip olduğunu gördüm. Bir PÜ de olması gereken siyasal donanımın gerisindeydi. Zaten konuşmayi çok seven biri değildi. Daha çok iş yapmayi ve pratik sorunlarla uğraşmayi tercih ederdi. Fakat bu Orhan yoldaşın geri olduğu anlamına gelmemelidir, ben öyle de görmedim hiçbir zaman.
Orhan yoldaş bu eksiğini de pratikte yaptıklarıyla kapatıyordu. Yani insan Orhan yoldaştan siyasal yetmezliği ya da siyasal bilincin eksikliğini yaşamıyordu ya da hissetmiyordu.
Bir iki kitabın cevirisini direkt ya da dolaylı bir şekilde yaptığını, katkı sunduğunu belirtmişti. Ermenice ve Rusçayı konuştuğunu söylemişti ama ne kadar derinlikli olduğunu sormadım. Gerekte görmedim.
Teorik olarak Orhan’dan daha ilerde olan yoldaşların, Orhan kadar Gare Kampı’na katkı yaptıklarını göremedim. Onlar daha çok söylemlerle, ajitasyonla, “büyük planlarla” ve gerçeklikten uzak “öngörüleri” ve beklentilerle uğraşıyorlardı ama pratik uygulamayı ise Orhan’ın somutunda görüyordum. Pratik anlamda iyi bir tarz ve konumlanma vardı Orhan’da. Bu anlamda partinin ihtiyacını daha derinden kavrayan bir tutuma sahip olduğu izlenimi bende oluştu.
Buradan şu sonuca vardım. Devrim mücadelesinde ikircikli ve hiç bir pazarlığı hinliği olmadan bütün yaşamıyla, Devrim ve Sosyalizme olan inancını mücadele içinde yaşıyordu. Çok saf temiz duygularla ve hiç bir hesabı kitabı olmadan katıksız bir mütevazilik.
Bir kac gün sonra Orhan yoldaşla Erbil’e indik. Orhan yoldaşın duyma sorunu vardı. Aynı zamanda birçok dişi dökülmüş, çürümüştü. Bu durumu Erbil’de doktorlara anlatmaya ve ne yapılması gerekiyorsa yapılması için caba sarfettik. Başka bir yoldaşla birlikte tüm gün Erbil’de Orhan’ın durumuyla ilgilendik. Tam sonuç alamasak da bir yönelim ve çözüm konusunda kafalarımız açıldı. Sonrasında ben Kampa geri dönmedim ve Orhan yoldaşla başka zaman buluşma temenisiyle ayrıldık.
Gare Kampı izlenimlerim Devam ediyor…
Partimiz önemli ve tarihsel bir sürecin arifesindeyken Partimize Avrupa’da bir operasyon yapıldı. (15 Nisan 2015). Uzun yıllar Avrupa’da yaşamanın vermiş olduğu rehavete kapılan örgütlülüğümüzün, 2007 yılında beri takip edildiği, dinlendiği ortaya çıktı. Partimize yönelik bu operasyon aslında Parti tarihimizde de ciddi bir dönemecin başlangıcı gibi oldu.
Aslında hemen operasyon sonrası Gare Kampı’na gitmem gerekiyordu fakat bu süreç uzadı. Haziran başı tekrardan Gare Kampı’yla iletişim kurma, durum hakinda bilgilendirme ve gelişmeleri aktarma ve kampın bazı ihtiyaçlarını karşılama amacıyla gittim.
Erbil’e iner inmez beni bekleyen arabaya doğru yöneldim. Beni alan Hevalle, Dostça sarılarak hal-hatırlaştıktan sonra, Gerilla alanlarına taze erzak ve bazı özel isteklerin alış verişini yaptık. 3 saatlik yolu arabayla aştıktan sonra Gerilla alım ve karşılama alanına girdik. İlk bizi karşılayan Hevallerin Nöbetci gerilalarıydı. Alıma gittik ve onlara aldığımız taze yiyecekleri ve meyvaları bıraktık. 5-10 kişilik gerilla grubu sofrada yemeklerini ve meyvaları yedikten sonra derin bir sohbete daldık.
Sohbeti yarılamışken karşımıza Orhan yoldaş dikildi. Beni karşılamaya ve temin ettiğimiz ihtiyaçları birlikte taşımaya gelmişti. Biraz dinlendikten sonra Hevallerin gerilalarıyla ayrıldık ve sıcağın altında Patika yolunda dağa doğru tırmandık. Yaklaşık iki saat sonra Kamp alanına vardık.
Orhan yoldaş yine Pire gibi dağlara tırmanıyor patikanın kıvraklığına vücudunu kıvırarak uyum sağlıyor ve zaman zaman akan terini siliyordu. Hem de sohbet ediyorduk. Bir yandan da bunaltıcı sıcak ve taşıdığımız eşyaların ağırlığı bize hiç kar etmiyordu. Nihayet kamp alanımıza girdik. Burda bizi fazla yoldaşın karşılayacağını düşünürken sadece bu alanda en üst sorumlu yoldaşın dışında kimsenin olmadığını fark ettim. Karşımda duran tablo beni için tam bir şok etkisi yaratmıştı. Daha sonra duyacaklarımın ise bu şoku kısa sürede atlatmama neden olacağını nerden bilebilirdim.
Orhan yoldaş hemen yine her zamanki gibi çay ve getirdiğimiz yemekleri sofraya koyarak hamaratlığını gösterdi. Yemek sonrası çay ve kahve molası. Sonrasında yorgunluğumuzu gidermek için derede yıkandık.
Orhan yoldaş beklediği haberleri bir an önce almak için sabırsızca sağa sola volta atarken aynı zamanda boşta durmuyordu. Erzakları yerleştiriyor ve etrafı gözetliyordu. Nihayet beklenen zaman gelmişti. Yurt dışından Parti yetkililerinin gönderdiği mektuplar ve notlar sahiplerine teslim edilirken Hummalı bir okuma ve bir sessizlik büründü kampa. Bir an önce mektuplar ve notlar okunup bitirilmek ve sorun sıkıntıların neler olduğu konusunda bilgi sahibi olmak merakı giderilmiş olundu. Bir kaç saat sonra okunan mektupların yorumlanması faslı başladı.
Orhan yoldaş herzamanki gibi mütevazi ve düşünce belirtmeden dinlemeyi tercih eden, bir yandan da iş yapmayı ve gereksiz konuların tartışılmasını istemeyen bir edayla pratik işe yöneldi.
Ben ve sorumlu yoldaş konuları muhakeme ederken Orhan yoldaş başka işlerle meşgul oldu. Bir yandanda zaman zaman kulak misafiri olmaya calışıyor ama duyma problemi olduğu içinde çok angaje olamıyordu. Yatma saati gelmişti ama kafamda bir sürü cevabını bulmayan sorular ve konuştuğumuz konular ve tavırlar dolaşıyordu. Yaklaşımlar, tartışmanın, sohbetin içeriği ilk kez bende bir burukluk yaratmıştı. Omuzlarıma sanki yüzlerce ton binmişti ve ben bunu nasıl taşıyacağım diye düşünüyordum. Bu bildik “umutsuzluk” ruh haliydi. Kampa gitme sevinci ve motivasyonu bir anda bitti. Parti ciddi bir sorunla karşı karşıya iken kamp sorumlusu yoldaşın ithamları, sorunu kendi dışında arayan tutumu, iddiaları ve adeta teşhire yönelik yaklaşımı beni hem şaşırtmış hemde bir anda umutsuzluğa itmişti. Benle bunları konuşması açık bir ilkesizlikti. Ama durmuyordu sürekli en detayına kadar meseleleri anlatıyor, sürekli diğer parti kadrolarını suçluyordu, itham ediyordu. Parti kadrolarına güvensizlik yayıyor, ajan-provakatör gibi kavramlar kullanıyordu. Gece çadıra girince onlarca gelişmeyi kafamda geçiriyordum ama bir türlü hiç bir gelişmeyi yerli yerine oturtamıyordum.
Sabah ilk işim bu kampın neden boşaltıldığı ve savaşçıların neden Rojava’ya aktarıldığını sormak oldu. Kahvaltı sonrası yoldaş detaylı bana bu durumu anlatırken kendi içimdede bu yaklaşımı çok doğru görmedim. Nihayetinde Partinin böyle belirlenmiş bir yönelimi olmadığını biliyordum. Bu kampın bileşenlerinin Rojava’ya aktarılma tasarrufu söz konusu değildi. En fazla eğitilmiş savaşçıların nerde nasıl konumlandırılacağı Parti önderliği tarafından tartışılıp belirlenecek bir meseleydi. Bunu ortalama örgüt bilinci olan herkes bilirdi. Ama tablo başkaydı. İlgili yoldaş kendi bildiğini yapmıştı. Başka örgütlerle yarış halinde değiliz ve sonuçta biz uzun süreli bir yönelim, konumlanma yapmak zorundaydık dedikten sonra, karar zaten verilmiş ve niyet belli; kamp boşaltılmış…
Var olan güçlerin Rojavaya aktarılması Popülist bir yaklaşımla ele alınmıştı ve tamamen “Büyük Komutan”ın kişisel kararı olduğu kesindi. Zaten güçlerin Rojava’ya aktarılması sembolikti. Kamuoyunda prestij peşinde koşmanın doğru bir tutum olmadığı zaten sonra açığa çıkacaktı.
Kendime yöneldim neler oluyor ne yapılmak isteniyor? Bumu örgüt gerçekliği bumu örgüt yöneticiliği diye kendime kızıyor ama Orhan gözümün önüne gelirken ya biz bu Devrimci kişilikle ancak bu işi kotarırız diye düşünüyordum. Orhan adeta gördüğüm tabloda benim iman tazelemek için gerekçem olmuştu. Kim hangi hesapların peşinde, kim hangi planlar yapıyor ve neler düşünüyor, hangi pazarlıklar, ikircilikli tutumlar ve yoldaşlarına karşı açık olmama durumu yaşanıyordu. Bu ortaya çıkmaya başlamıştı. Devrimci eleştiri ve öz eleştirinin nasıl işletildiği, bir Partinin kadrolarının niteliği, PÜ’lerin durumu, binlerce soruyla karşı karşıyaydım. Sanki böylesi bir operasyon bir fırsat yaratmıştı ve bu fırsat kaçırılmak istenmiyordu. Daha yakın zamanda Parti önderliği ile bir arada olan, parti ile sürekli ve sıkı teması olan siyasi sorumlu yoldaşın bu meseleleri en zorlu ve sıkıntılı dönemde gündem yapma çabası beni derin kaygılara sürüklemişti. Bende oluşan duygu bu olmuştu. Bu hava da partiye karşı güvensizliğim tetiklenmişti. Partiyi bırakıp bırakmamayı tartışmaya başlamıştım bile içimde.
Ama yine Orhan yoldaşın o mütevaziliği ikirciksiz tarzı ve pratik tutumu bende var olan tüm kırılmaların önüne geciyordu. Bir yanıylada böylesi Devrimci kişiliklerin bizde istisna olduğunu düşünüyordum.
Keşke süslü ve güzel söylemi becermek yerine, bunun gibi pratikte ve sosyal yaşamdaki tutumda olsalar deyip kendimi avutuyordum. Sabah 4 gibi uykuya daldım. Saat 7 gibi kalkmak zorunluluğu vardı. 48 saat içinde toplam 8 saat uyumuşluğum olmadı.
Sabahın tan güneşi kafamıza vuruyordu. Kalkın diyordu bize. Güçlü bir esnemeyle kalkmaya calıştım etrafıma bakındım ve ilk gözüme yine Orhan yoldaş çarptı. Etrafta dolaşıyor birşeyler yapıyor toparlıyor ve kahvaltı hazırlıyordu. Kahvaltı sonrası yoldaş seninle silahlı eğitim yapalım dedi. Olur yoldaş dedim. Hareketli atışların nasıl yapıldığına dair bana anlatımda bulunuyor ve bende pür dikkat dinliyordum. Yaptığı hareketler kendi yaşına gerçekten uygun değildi ve kendimi onda buluyordum. 35 yaşındaki bir gençten daha dinamik ve hareketli enerjikti. Sıra bana gelmişti. Silahı elime aldıktan kısa süre sonra gösterdiklerini uygulama zamanı başladı. Hem zaman hemde hedef faktörü önemliydi.
İlk hamlemde şaşırır oldu. Ya Devrim yoldaş sen buraya gelmeden kurs mu alıyorsun der gibi dudak altın da gülümseyerek yanaklarını içine çekti. Dişleri olmadığı için ağzını açmak istemezdi ve çokta konuşmazdı. Derin derin insana bakar ve süzerdi. Bakışlarındaki anlam oldukça derin ve bir o kadar dostça, yoldaşçaydı. Bakış ve gülüşleriyle Devrim yoldaş çok iyisin hedef büyütelim dedi. Etrafımda 360 derece hareketli bir atış gösterdikten sonra al senden de aynısını istiyorum. Ve ben onu mahçup etmeme ve birazda gözüne girme hevesiyle, hemen silahı kaptım ve ilk denememde istenilen hedefi tuturdum.
“Devrim yoldaş çok iyi ve sana silah eğitimi atışı göstermeyeceğim. Yeterli” dedikten sonra “seninle bomba yapımı eğitimini yapalım” dedi. En tecrübesiz olduğum alan ve onu dikkatlice dinliyor ve izliyordum. En ufak bir hatanın nelere mal olduğunu biliyordum. Yaptığı ilk küçük bombayı 200 m uzaklıktaki büyük bir taşın arasına koydu ve fitilini döşedikten sonra ateşledi. Bomba patlar patlamaz güçlü bir gürültüyle kulaklarımızı tutuk. Parçalanan taşlar, şarapneller ve duman… ilk bombalı eylemimiz başarılı geçti. Orhan bana dönerek yoldaş bunları sabotaj eylemlerinde çok kullanırız. Çok önemli hiç unutma dedikten sonra yarın sen yapacaksın dedi.
Sonrasında sorumlu yoldaşla sohbet ve tartışmalarımız tekradan başladı. Orhan dinlemeye calışıyor ama tam duyamadığı için iyi anlayamıyor ve düşünce belirtmiyor konuşmuyordu. En azından ben yorum yapmamasını meseleyi tam duyamamasına yormuştum. Belki de meseleye dair yüzlerce kez duyduğu şeyi tekrar dinlemek cazip gelmiyordu. Zira kısa sürede ben aynı cümlelerle aynı konuyu defalarca dinledim. Nubar yoldaşla geçirilen uzun günler de bu tekerleme haline dönüşmüştür diye düşünüyorum. Bu beni çok üzüyordu. Bu kadar pratik adam neden konuşmaz düşünce belirtmez ve etkili olmaz diye de hayıflanıyordum. Kampın ilerleyen günlerinde yaptığımız sohbet ve tartışmalar sonucu durumun vahim olduğunu kavradım. Tek yanlı yaklaşımların ve değerlendirmelerin, örgütün ve genel politikanın sübjektif değerlendirmeleri vs. derken kendi kendime kızıyordum. Sorumlu yoldaş sanırım daha önce yazdığı mektuplara yeni ekler yaparak yerine ulaştırmam gerektiğini söylüyor ve bana öğütler yapıyordu. Yine bana kişisel vaatlerde bulunuyor, kendi düşüncelerinin yanında yer almamı sağlayacak şekilde “enteresan” sorumluluklar atfediyordu. Fakat bu beni çok ikna edemiyordu. Bir PÜ’nün yada MK üyesinin bu birikimine ve yönetici vasıflarına yavaş yavaş sitem etmeye ve “bu mudur” diye serzenişte bulunuyordum. Tamam yoldaş yerine ulaştırırım ve gerekirse bir daha gelirim dedim.
Bu arada Orhan yoldaşın aslında bu konularda düşünce belirtme ve taraf olma konusunda tavrının olmadığını ve kendi işini yaptığını doğrusununda bu olduğunu düşünüyordum. PÜ’ler ve MK üyeleri ve yetkili kim varsa bir araya gelip bu konuları tartışmalı diye düşünmekteydim.
Yetkili yoldaş Orhan ve ben bir aradayız. Sürekli olarak diğer yoldaşlarına suçlama ve hakaret türünde eleştiren siyasi sorumlu, Parti ve örgüt gerçekliğini görmekten uzaktı. Başta kendi organ üyeleri olmak üzere, İstanbul, Yayın, Avrupa ve her alanı uçtan eleştirilerle yeren ve bugün birlikte hareket ettiği Hizip başlarına bile küfürler hakaretler savurmaktan geri durmuyordu. Sonradan yazılarında komplo ve teşhire dayalı gördüğüm birçok hakareti bire birde bugün birlikte yürüdüklerine söylediğini de belirteyim. Partinin yetmezlikleri üzerinde bir dizi salvo atışı yapıyordu ama burada kendini ise tüm bunların dışında gören bir anlayış söz konusuydu.
Savaşçı gelmiyor gönderilmiyor ve engelleniyor… vs. çocukça bir tavır ve serzeniş…Daha öncesinde de aynı söylemler M.Usta’ya ve bugün Hizipten yana tavır alanlara iletilmişti. Eminim yarın bu defa yine kendi yol yürüdüklerine aynısını yeniden yapacaktır. Yoldaş Parti gerçekliğini öyle bir abartıyordu ki PKK’nin yüzlerce savaşa katılımıyla karşılaştırıyor. Yani beklenti çıtası da gerçekçi değildi. Ancak yetersizlikleri bir sorumlunun bu acziyet içinde ve açıktan tartışması görülmüş şey değildi. Sanki bütüne hakim olmayan bir savaşçı düzeyinde ve tepkiselliğinde tartışıyordu. Üstelik yakın zamana kadar her tarafa pratik açık müdahale olanakları da söz konusuydu. Sözünün hükmü etkisi de olabildiğince fazlaydı. Bu yaklaşım DABK’çı kafanın, dar alancı yaklaşımın tipik bir sonucu ve ürünüydü. Bu anlayış ve pratiklere Orhan müdahil olmuyordu.
Orhan yoldaşın Rojava’da savaş içinde ilk hedef olacağı aklımın ucundan geçmişti. Çünkü yoldaşın duyma sorunu vardı buda çok önemli bir dezavantajdı savaşta. Orhan yoldaşa yaklaşarak “Yoldaş kampı boşaltmanız iyi olmamış ve sende burda kalmalısın. Sabırlı davranacağız. Bak kaç senedir gerilla mücadelesi veriyoruz ve sorunlarımızı çözmüş değiliz. Bu konuda uzun vadeli programlar yapmalı ve hazırlık-eğitim sürecinin bizim için önemli olduğunu belirtikten sonra ama siz karar vermişsiniz gideceksiniz Rojava’ya” dedim. “Sıcak savaşa direk katılacaksın senin sorunun var ve senin gibi tecrübeli bir komutan yetiştirmek basit değil, dikkat et” diye ekledim. Bana döndü “yoldaş ben orda eğitimlere katılacağım çok sorun olmaz” dedi. Ben ise “bak siyasi sorumlu olan yoldaş sıcak savaşa herkesin girmesini savunuyor ve de bizim yoldaşlar daha eğitimlerini tamamlamadan sıcak çatışmalara girmeleri ne derece doğru” diye eleştiride bulundum. “Yoldaş biz orada eğitime devam edeceğiz ve gerekirse savaşa da katılırız” dedi.
Alandan siyasi olarak sorumlu; MLKP, DKP, PKK, BÖG vb. örgütlerle bizi karşılaştırıyor kıyaslama yapıyor ve mutlaka sıcak çatışmalara girilsin diyordu. Oysa onların siyasi çizgisi, konumlanma gerekçeleri, meseleyi ele alışıyla partimizin çizgisi arasında ciddi farklar vardı. Onlar bu alanı devrimin merkezi ve bölgesel devrimin anakarargahı olarak görüyor ve ona göre konumlanıyordu. Biz ise geri cephe ve uluslararası dayanışma ve destek olarak görüyorduk. Bu bağlamda kimseden rol çalma ya da kimseyle yarışacak bir zeminimiz yoktu. Bu düşünceye anlam veremiyordum. Sıcak çatışmalara hazırlanmamış eğitilmemiş militanlarımız bu süreci nasıl karşılayacak, içimde bir kurt vardı. İçimde bir hüzün ve bir sürü cevap bekleyen sorular vardı.
Orhan yoldaşla bir kaç gün daha eğitim yaptıktan sonra sohbetlerimiz daha samimi oldu ve birbirimizi daha iyi tanımaya başlamıştık.
Bana dönerek “yoldaş ben karar vermiyorum. Siyasi sorumlu örgütün kararı diyor. Rojava’ya giderek bizde örgütün bu kararını disiplinini tanıyacağız uyacağız” dedi. Orhan yine mütevaziliğiyle örgütün bu kararına uyarak Rojava’ya uzanacağı kararlılığı vardı. Nihayetinde bu devrimci sorumluluğu, partinin ona aslında biçtiği sorumluluk sınırının dışına taşıyarak ve önüne konulan “yeni görevi” kabul ederek gitti. Ancak bu kararın Parti kararı olmadığı, alandaki siyasi sorumlunun bireysel inisiyatifi olduğu çok açıktır. Tabi ayrılık yaşandıktan sonraki görevlendirme ve konumlanış kuşkusuz bu yazının konusu da haddi de değildir. O kısma girmek doğru olmayacaktır. Ancak ayrışmanın yaşanmadığı noktaya kadar söz söyleme ve değerlendirme hakkımız saklıdır ve vardır.
Çünkü Rojava’daki sıcak çatışmaya girmeyi başka hedefler planlandığında bunun burada basamak olarak kullanılacağını tahmin ediyordum. Günler erken gecmişti ve o mütevazi “fakir-kimliksiz adam”la da ayrılmanın zamanı gelmişti. Keleşini omuzuna taktı “haydi yoldaş seni aşağıya bırakayım” dedi. Ben “Orhan yok yoldaş ben giderim yolu biliyorum. İki saate inerim” dedim. “Olmaz Devrim yoldaş seni yalnız gönderemem. Sana silahla eşlik etmem gerek” dedi ve diğer yoldaşla vedalaştıktan sonra yola koyulduk. İkimizde hızlı ve pire gibi patikadan aşağıya zaman zaman kayarak koşarak indik.
Yol boyunca Orhan yoldaşla yaptığımız sohbetlerden çok sonuç çıkardım ve izlenimlerimde elde ettiğim sonuçları kafamda değerlendiriyor ve hiç bir yere koyamıyordum. Orhan tüm iradesini alandaki siyasi sorumluya teslim etmişti. Bunun büyük eksilik olduğunu düşünüyordum. Bürokratik çalışma tarzının, Emir-komuta şeklinde ki yaklaşımın ve Küçük burjuva aceleciliğinin her şeye müktedir olmadığı gerçeği bir türlü görülmüyordu. Amir ilişkilerinin, benciliğin, içten pazarlıkların savaşın alanının bir parçasında bile vuku buluyordu. Bu bir anlayış ve kavrama sorununa tekabül ediyordu. Parti anlayışı ve partinin geleceğini belirleme durumuna dair misyonun kavranamadığını Orhan yoldaş özgülünde söylemek ona bir haksızlık olmayacaktır. Nitekim parti içi tartışma sürecinde sorunlara düşünsel anlamda müdahil olmadığı ama tarafını kesin şekilde koyduğunu gördük. Buna herhalde en az şaşıran da ben oldum. Zira bizzat ilişkinin içeriğini gözlemleme ve tespit etme durumum söz konuydu. Üstelik soruna dair sadece bir tek sayfalık bir tutum ifade etmiştir ve o da oldukça geri ve partili kimliğe uygun olmayan bir içeriğe sahiptir. Tabi yanında bulunduğu yoldaşla ilişkisi, var olan ortamının onu yönlendirmeye müsait yapısı gibi nesnel faktörleri de unutmamak lazım. Yine bürokratlar kararları verirken, kendileri işin özü olmada geri ve sorgulamayan bir yaklaşım içide olduklarını netleştirdim. Çok dar ve sınırlı sayıda ki yapımıza rağmen “bürokratik” tutumların keskin şekilde yansımasını bu alanda güçlü şekilde gözlemlediğimi de eklemem gerekiyor. Bu savaşın kuralları, siyasi önderliğin yönetme biçimiyle açıklanmayacak derece de küçük burjuva bir yaklaşımla ortaya çıkmaktadır. Bu anlayışlarla mutlaka yüzleşilmesi gerektiğini bu tarzla bir Halk Savaşı stratejisinin verilemeyeceğini hep düşündüm…
Bu sorun sadece birilerinde cisimleşmiş bir mesele olarak görülmemelidir. Bu partinin hastalıklarından biridir. Zemin bulduğu noktada boy vermekte, dallanmakta ve gürbüz bir zararlı ot gibi bünyeyi sarmaktadır. Bu sorunun hala partide varlığını sürdürdüğünü ve mücadele edilmesi gerektiğini asla unutmamak lazım. İçinden geçtiğimiz süreç esasta bununla mücadeleyi içeren bir iç kavga özelliği de taşımaktadır. Şimdi parti dışına çıkanlara yükleyerek, onlarla birlikte uçup gittiğini söylemek idealizmin en pespaye biçimi olacaktır.
Sonuç olarak, Orhan yiğit bir devrimci, mütevazi bir komutan, emektar bir devrim neferi olarak tarih sayfalarına kaydedilecek. Onu savaş alanında tanımak benim için bir şanstı. Mazlum Ermeni halkının tüm kederini, acılarını, ezilmişliğini sanki benliğinde ve ruhunda toplamıştı. Ezilen bir halkın mütevaziliği kadar onun faşizme karşı tüm öfkesini de taşıyordu. Orhan kavgamızda, devrim mücadelemizde yaşayacak…
Devrim Özgüç