Faşist diktatörlük, kurulduğu günden bu yana halka ve onun örgütlü güçlerine dönük saldırılarında çeşitli “kendine özgü süreçler” geçirdi. Sistemin devamlılığı, faşizmin bekası ve devleti yeniden yapılandırma yolunda bu süreçlere ihtiyaç duymaya da devam ediyor. Bu süreçlerin “özgünlüğünü” belirleyen olguyu ise yaşanılan günlerde sistemin ekonomik-politik krizleri ve halkın o örgütlülüğü/karşı koyuşu oluşturuyor.
Hükümet olduğu günden bu yana AKP de “çözüm” ve “açılım” süreçleri altında bu süreci işletmiş, darbe girişimi olarak açığa çıkan Allah’ın bir lütfu(!) ile de darbeyi karşı-darbeye çevirerek politik krizini aşma ya da en azından geçiştirme mücadelesi vermiştir. Bu noktada 15 Temmuz sürecinin öncesinde de başlayan ve Olağanüstü Hal ve Kanun Hükmünde Kararnameler ile “resmi” olarak ilan edilen bir topyekûn saldırı dalgası başlamıştır.
Bu saldırı dalgasından, daha önce pek alışık olunmadık şekilde nasibini alan ise düzen içi talepler ve bu talepleri savunanlar olmuştur. Faşist diktatörlüğün en ufak demokratik hak talebine karşı azgın saldırıları öyle bir boyut almıştır ki kendisi için “tehlike” teşkil etmeyen örgütlenmeler ya da hareketlere karşı dahi “başını ezme” politikası uygulanmıştır. Kitlelerin sorgulama süreci ve buna bağlı olarak “korku duvarları”nı aşma yolunda adımların atıldığı bir süreçte devlet, özellikle OHAL ve KHK’ları bu minvalde kullanıma geçirerek; daha önce marjinalleştirme çabası yürüttüğü devrimci-komünist ve yurtsever örgütler ve silahlı mücadelenin ardından, en ufak demokratik hak talebinde sokağa çıkmayı da kitleler içinde marjinalleştirmeye çalışmaktadır.
Bu noktada faşist diktatörlük için faşizmin süreğen ve kalıcı olma esprisinden yola çıktığımızda demokratik mücadelenin bile faşizm sınırları içerisinde baskı ve engele uğrayacağı elbette tahmin sınırları içerisindedir. Fakat devletin bugün sürücü koltuğunda bulunan AKP hükümetinin yaşadığı politik kriz, devleti yeniden yapılandırma ve buna bağlı olarak kitleleri sindirme çerçevesi boyutlu saldırıları beraberinde getiriyor.
Bu noktada devletin, demokratik mücadele ya da düzen içi taleplere dönük boyutlu saldırılarının gelişmesinde, demokratik mücadele veren güçlerin geliştiği gerçekliği de bulunmaktadır. Özellikle HDP, HDK gibi örgütlenmelerin ciddi sayılabilecek bir kitleyi harekete geçirmesi devleti yeterince korkutmuştur. Bunun sonucunda bahsettiğimiz bu boyutlu saldırıdan nasibini alanlardan bir kesimi de burası oluşturmuştur. Eş başkanları, milletvekilleri, belediye başkanları tutuklanmış; tutuklama terörünün yetmediği yerde mitinglerinde devlet eliyle bombalar patlatılmıştır.
Mücadeleyi Demokratik Alanlarla Sınırlamak Ya Da Devrimci Olmak
Yukarıda bahsi geçen gerçeklikler esasında ne AKP ile başlamıştır ne de bu düzen yıkılmadığı müddetçe AKP ile de bitmeyecektir. Türkiye’nin sosyo-ekonomik yapısı ve Türk egemen sınıfları gerçekliğinden hareketle faşist diktatörlük, kurulduğu günden bu yana faşist ideolojiyle şekillenmiş ve ihtiyaca göre bunu belli süreçlerde farklı soslarla tabaklara doldurmuştur. Bu noktada unutulmaması gereken önemli şeylerden biri “devletin bekası” demek “faşizmin bekası”dır.
Düzen içi taleplere dahi pervasız saldırıların yükseldiği bu süreçte demokratik mücadele alanları noktasında çeşitli “çıkmaz”lar ortaya çıkmış durumdadır. Sağdan esen tasfiye rüzgarı; uzun süredir illegal/düzen dışı mücadele veren örgütlenmeleri esintisiyle alıp götürmüş ve “demokratik alan/düzen içi mücadele”nin tek çare(!) olduğunu anlatmıştır. Soldan esen tasfiye rüzgarı ise; halk saflarında olan, halkın çıkarları ve demokratik mücadelenin ivme kazanması için gerçekleşen her eylem/direniş ve örgütlenmeyi küçümsetmiş, halkı örgütleyemeyen bir gerçeklik ortaya çıkarmıştır.
Yaşadığımız coğrafya gerçekliği göz önünde bulundurulduğunda bu coğrafyanın “demokrasi” sorunu da “devrim” sorunu olmuştur. Faşist Kemalist diktatörlük, en ufak demokratik talebi dahi zorla bastırma yolunu seçmiştir/seçmektedir. Böylesi bir gerçeklik içerisinde demokratik mücadele alanlarının genişletilip büyütülmesi önemli bir sorumlulukken; kendimizi bununla sınırlamak daha yakıcı bir biçimde sorumsuzluk demektir.
Sınıflar mücadelesi tarihi göstermiştir ki proletarya, karşı-devrimci burjuvazi sınıfını al aşağı etmek için zora dayalı bir alt-üst ediş gerçekleştirmekle yükümlüdür. Bunu gerçekleştirmediği oranda zincirlerinden kopamayacak, sınırsız ve sınıfsız bir dünya düşü gerçeğe dönüşmeyecektir. Demokratik sınırların dahi sistemli ve boyutlu saldırı altında olduğu bu düzende, demokratik mücadelenin yolu “devrimci” olmaktan geçmektedir. Devrim hedefi, iktidar perspektifi, düşman bilinci demokratik mücadelenin sınırlarının genişlemesinde; sisteme onarılmaz darbeler indirme ve nihayetinde ülkemizde tarihsel sürecin proletaryanın omuzlarına yüklediği Yeni Demokratik Devrim ve ardından sosyalizm hedefinde elzem pozisyondadır. Bu noktada proleter devrimci siyaset; faşizme karşı direnirken demokratik sınırlara hapsolmadan, meşru mücadelemizde kitleleri sürecin öznesi yapacak politikalar üretmelidir.