Tarihin utanç sayfaları…! Kelebekler biter mi…
Öyle ya, özgürlük için kanat çırpan kelebeklerin ömrü avcıların zulmüyle kısa sürermiş.
![Mirabel kızkardeşler](http://www.avrupahaber11.org/wp-content/uploads/2018/11/mirabel_kardeşler.gif)
Ama onlar daha vuruldukları anda anka kuşu misali küllerinden yeniden doğar ve asla yok olmazlarmış. Bu sırına avcıların aklı hiçbir zaman ermezmiş…
Tam 58 yıl öncesinin bugününde, üç kelebek kozalarından fırlamıştı Latin’de.
Enternasyonalist kadın bilinciyle, eşitlik ve demokrasi düşünü ilmik ilmik ören üç özgürlük kelebeği…
Dominik’deki kozalarından fırlayıp özgürlüğe kanat çırpan, kıtadan kıtaya yayılarak milyon kez çoğalıp ölümsüzleşen rengarenk üç asil kelebek…
Tarih sayfalarına bakarken, “Ben o zamanlar nerelerdeydim, yaşama merhaba demiş miydim acaba, kaç yaşındaydım,” diye sual ederim kendime hep…
Yıl 1960’ın 25 Kasım’ı.
Dominik Cumhuriyeti’nin kuzey bölgesinde, bir uçurumun dibinde üç kadının cansız bedeni bulunur.
Latin Amerika’daki cinsiyetçi-faşist Trujillo diktatörlüğüne karşı cesurca meydan okuyan üç aktivist kadının, Mirabel kızkardeşler’in bedeniydi bu.
Diktatörler bu üç cesur kadını hep namlularının hedefinde tutmuşlardı. Birinin kod adı kelebekti…
Pek çok kez tutsak alınmış, ama cinsiyetçi faşistlere asla teslim olmamıştı kelebeklerimiz. Diktatörlüğün maşaları sonunda bir fırsat daha yakalamış, arabalarından zorla indirdikleri özgürlük kelebeği üç kadını 25 Kasım 1960’da tecavüz edip işkenceyle katletmişlerdi.
Dominik Cumhuriyeti’nde halk 30 küsür yıl boyunca zulmün en katmerlisini yaşamıştı ve onbinlerce insan katledilmişti.
25 Kasım 1960, kelebeklerin kozalarında fırlayıp milyonlara dönüşdükleri yıl oldu…
Demek ki ben annemin karnından çıkalı henüz birkaç ay olmuş…
Demek ki annemin Ege’de doğumundan 18 yıl sonra. Sürgünden dönüşünden 12 yıl önce…
Anneannemin 38’de toplama kampında (tehcir yılları) Türkçe bildiği için kadınlara zorunlu tercümanlık yaptırıldığı , kadınların örülü saçlarının bir makasta kesildiği, aşağılandığı, kafalarının kazıldığı, onurlarının ayaklar alındığı, her türlü bilinmeze yol aldıkları o vahşet yıllarından sonra…
22 yıl arayla…
Demek ki 1938’de yüzlerce Dersimli kız çocuğunun zorbalıkla bilinmezlere savrulmasından, hayatlarının çalınmasından bu kadar yıl sonra katledilmiş özgürlük kelebekleri diye hesaplıyorum.
Onlarca kadının vahşice katledildiği, tecavüze uğradığı, hamile kadınların süngülendiği, bebeklerin süngü uçlarına takıldığı o vahşetten bu kadar yıl sonra yani…
Zarife Xatunun kellesinin işbirlikçi hainlerce kesildiği tarihten bu kadar yıl sonra işlenmiş bu cinayet diye hesap yapıyor hafızam…
Yani 1915’de birbirinden acı şekilde, birbirinden zalimce, vahşice katledilen, tecavüze uğrayan binlerce Ermeni kadının hikayesinden yıllar sonra, uzak bir coğrafyada işlendi bu suç…
Yani nenelerimizin anlattığı gibi, “mıle”nin -bir çeşit çekirge- her tarafa saldırdığı yılların ardından… O kıtlık yıllarının, doğanın acıdan üretemediği hüzünlü yılların ardından gelmişti kelebeklerin uçamadığı yıllar…
Düşlerim Ermeni bir kız çocuğun düşerine takılı kalıyor…
“Katliam sırasında 13 yaşında, çok güzel bir kızdım. Herkesi öldürdüler. Benim kilotumu çıkarıp elime verdiler. Kim gördüyse üzerimden geçti. Van Gölü kıyısında çıkarılan kilotumu Antep’te giyebildim. Kaç gün, kaç hafta, kaç ay öyle kaldığımı hatırlamıyorum. Yollarda herkes yattı üzerime. Buraya geldikten sonra kiliseye sığındım. Erkeklerden nefret ediyorum.”
Bu acılar taa büyük annemlerden o mahsum bebekliğime sıçrıyor. Birbirleriyle yarışıyor adeta…
Ve gelip çocuk hafızamın bir kenarını mekan tutuyor kendine…
“Ben de bütün erk iktidarlardan tiksiniyorum bir kez daha,” diyor bu yaşım..
Latin rüzgarının savurduğu o rengarenk kelebekler de konuyor çoğrafyama, ta bize kadar yol alıyor onların hikayesi…
”
Yıl 1920…
Maria Suphi’nin narin beden yine o iktidar sahiplerince tutsak edilir..
Maria sağ olarak geri getirilir Karadeniz’deki o kanlı tekneden..
“Yüce vatansever” çete reisi Yahya Kaptan, Maria Suphi’yi Rize’li kabadayılara hediye eder…
15 yoldaşı Karadeniz’de bir kez ölür, Maria ise bin kez….
Hafızamda onun tarihi sisli görünse de, benden önce doğanların, varolanların ayıbıyla “Ah Maria, ah!…” diyorum. “Ahlarımızla vahlarımızla sana mahçubuz., sana karşı utanç içindeyiz.,” diyorum her defasında…
Bu da sana karşı borcumuzdur, Maria,” diyorum içimden. “Elbette hiçbir şey karanlıkta kalmaz.,,,”
Ne kadar söz varsa onlarla avutuyorum an’da kendimi…
Maria’nın acıları, vahşice katledilmesi Ermeni kadınların acı tarihine ve yaşadıklarına ne kadar da yakınmış…
Maia’nın kanadanı kıranlar da hesaplayamadılar, o çoğrafyada daha kaç kelebeğin kozasında çoğalacağını…
İşte, o kelebekler de buldular kendi iklimlerini, azar azar binler oldular…
Tarihin sayfaları birer birer dönerek geçiyor hafızamdan.
Ah, ah… Nasıl da kanlı, nasıl da acı bir tarihtir bu!
Yine öfkem kabarıyor, yine kederim boğazıma düğümleniyor…
Şu “insan” denilen mahluk nasıl bir varlıktır böyle?
Kendi “erkek tarihi”ni kanla, tecavüzle, istilayla yazmış takvimlerin kirli sayfalarına.
“İktidar için her şey mubahtır,” demiş o karanlık aklıyla…
Yıl 1941…
29 kasım sabahı,18’de genç bir kadın Nazi işgalcilerini bozguna uğratmıştı.
“Siz şimdi beni asiyorsunuz, ama yalnız değilim. Biz iki yüz milyon insanız.. Hepimizi asamazsınız …”
Partizan Tanya’nın bu sözleri, kelebeklerin cesareti, özgürlük menifestosu oldu zamanla.
Onun düşüncelerini yok edemeyenler, cesedini iki aya yakın bir zaman dilimi boyunca darağacında bekletip “teşhir” ederek, karanlık öfkelerini dindirmeye çalıştılar.
Oysa onun külleri çoktan binlerce Yahudi kadının külleriyle buluşmuştu…
Bir koza nasıl da binleri doğurmuştu…
Adının hakkını vermişti Tanya…
Dünyanın dört bir yanında ve her dilde, kız çocuklarının adı Tanya’ydı artık!
Faşizm her daim en acımazsız haliyle önce kadın bedenine yöneldikçe, kadınların kadın bilinci daha da bilenmiş, büyümüştü…
Tarihin her döneminde, iktidar savaşlarının ganimeti önce kadınlar olmuştu.
“Bizden yana tarihin sayfaları nasıl da kanlıdır böyle, nasıl da kirli…” diye geçirmişimdir aklımdan hep.
12 Eylül, yine “öte”ki yerde kanat çırpan kelebekler zamanıydı…
Onlarca tutsak kelebek taciz edilmemiş miydi, tecavüze uğramamış mıydı?
İşte… Bir zemheri zamanında alınmıştı gözaltına Kamile Öztürk… Vahşice işkencelerden geçirilip tecavüz edilmişti. Fırsatını bulduğu ilk anda, o yarılı kanatları ile özgürlük için munzura uçmakta hiç tereddüt etmemişti ve katledilmişti orada.
Diyarbakır zindanında, henüz kozasından fırlamış, henüz uçmayı öğrenmiş onlarca kelebekten biriydi o..Cahide kız….
Ruhuna, bedenine tacavüz ettiler, kanatlarını kırdılar..
Acılarına son verdi kendi elleriyle Cahide…
21. Yüzyıldı… üç yıl öncesi yani.
Yere yüzükoyun yatırılmış çıplak bir kadın cesedi yerleşiyordu gözbebeklerimize… Başında üç erkek, üçü de devlet görevlisi, özel harekat timinden…
Hatırladınız mı Ekin Wan’ı?
Ya 2014’ün Paris’ini… Sakine ve arkadaşlarını… Haince katledilen rengarek o üç kadını, üç özgürlük kelebeğini..
Birbirine nasıl da benziyor, zalimlerin o kanlı cinayetleri…
Nasıl da aklımıza hemen Latin kelebeklerini düşürüyor, kömünarları mahçup eden, yasa boğan şu Paris…
Katiller, kelebeklerin sırrını yine tahmin edemediler…
Nasıl ki Latin çoğrafyasında onbinler sokaklara korkusuzca döküldüyse…
Yine mevsimsiz, zemherinin karına, boranına rağmen binlerce kelebek cesaretle kozlarını parçaladı o mazlum çorafya da…
Kanat çırptılar fırtınaya rağmen…
Onlar öyle dağıldılar ki dört bir bucağa, bitirmek ne mümkün…
Kelebeklerin sırrıdır bu!
Korkuyla büyümüş kanlı gözleriyle izlesin şimdi katiller bu sırrı!
25 11.2018- NURCAN YILDIRIM