9 Eylül 1984’te Fransa’da sürgünde hayata veda eden ve Paris’te Pere La Chaise Mezarlığında, komünarların battaniyelerine sarılı olarak yatan sosyalist militan sanatçı, Türkiye ve T. Kürdistan’ında çeyrek asrı aşkın süre, üçüncü sinema kuşağına öncülük yapmış, romancı, kuramcı ve eleştirmen Yılmaz Güney´i sonsuz yolculuğa uğurladığımızın 37. yılında saygıyla anıyoruz.
Kısacık ömrünü cezaevleri, yokluk ve sürgün olarak geçiren bu büyük dava insanı ve devrimci sanatçı Yılmaz Güney hakkında çok şey yazıldı ve söylendi. Filmler, belgeseller çekildi. Magazin basınında hakkında yığınla spekülasyon yapıldı. Bir yandan da hayatı boyunca kendisini faşizmin mazgalları arkasında çürüten burjuvazi ve onların sözde mürekkep yalamış, kalemşörleri Yılmaz Güney’i kapitalist pazarın metası haline getirmek için yoğun bir çaba harcadı.
O Anadolu yoksul halkının gönlünde ‘Çirkin Kral’, feodal baskıya karşı ayaklanmanın Koçero’su ve Kozanoğlu’su, kabadayı, bazen umutsuz aşkların ırgatı olarak gönüllere taht kurdu.
Militan bir devrimci sanatçı olarak Yılmaz Güney, dünyayı değiştirmenin temel kriterinin insanın kendi iç dinamiklerini değiştirmekten geçtiğini savunur. Çalkantılı özel yaşamını ele alarak, kendi zaaf ve eksiklikleri üzerinde kafa yorar ve lümpen, küçük burjuva zaaflarını yenmeden gerçek sosyalist bir devrimci kişilik geliştirilmeden hiç kimsenin devrimci mücadelede başarı gösteremeyeceğini söyler ve ciddi bir özeleştiri sürecinden geçer. “Gerçeğe uygun olmayan temeller üzerine kurulu olan herşey, gerçeğin ateşi karşısında erir; yıkılır. Hayatındaki yalanları, zaafları, o yalanlara, zaaflara tekabül eden bütün ilişkileri, nesnel koşulların elverdiği, oranda temizler. Yalnız kalmaktan korkma. Gerçek seni güçlendirecektir” (Siyasal Yazılar, cilt 1, s.1O6-107). ”Ben, içinden geldiğim sınıf üretim faaliyetlerinden ötürü, çeşitli nitelikte zaaflar taşıyan bir adamım, geçmişimde, siyasi, sınıf bilinci yetersizliğim nedeniyle, bilimsel sosyalizme ters düşen görüşlerim, tavır ve davranışlarım olmuştur. O zamanlar da bu olumsuzlukların bilincindeydim. Özellikle Selimiye, aklımın başıma gelmesinde önemli bir yer tutar. Selimiye’nin dar olanakları içinde bile olsa.. Olumsuzluklarımın kökünü kurutmak için kendi içimde amansız bir sınıf mücadelesi vermeye koyuldum. Yine biliyordum ki, devrimden önce sosyalist bir bilinç ve ahlaka tam anlamıyla, arı bir biçimde sahip olmak mümkün değildi. Çünkü, gerçek anlamda sosyalist bilinç ve ahlaka sahip olmak için, bizzat sosyalist üretim ilişkileri içinde olmak ve bu ilişkilerin özüne inanmak gerekir… Sınıflar var oldukça, kalıntılara tekabül eden anlayışlar da varlığını sürdürecektir. Dışa karşı mücadelenin temel koşullarından biri iç birlik ve sağlamlıktır. İçten çürük, tutarsız olan hiç bir şey, dışa karşı başarılı olamaz.” (Siyasal Yazılar, s.107).
Yılmaz Guney’in siyasi görüşlerinde ve oluşturmaya çalıştığı parti programında şüphesiz bir dönem evinde sakladığı için 3 yıl cezaevinde yattığı Mahir Çayan’ın etkileri yanında İbrahim Kaypakkaya’nın programatik görüşlerinin derin izlerini görmek mümkündür. Ancak öncü savaşı tezlerini şiddetle red eder. “Ülkemizde bu evrensel gerçeği reddeden, proletaryanın sadece ideolojik öncülüğünün sözünü eden ve modern revizyonist tezlere sahip çıkarak ‘öncü savaş’ görüşünü savunan küçük burjuva siyasal akımların varlığı, proletarya devrimi ve proletarya diktatörlüğü için mücadele eden Marksist-Leninistler önünde, modern revizyonizme, yeni oportünizme ve her türden dar görüşlülüğe, grupçuluğa, amatörlüğe ve sağ hastalıklara karşı mücadelenin yanında, ciddi bir sorun olarak durmaktadır” der.
Yılmaz Güney, Dünya Komünist hareketinin ve Ekim devriminin açtığı yolda Marksist-Leninist düşüncenin militan bir savunucusu olarak Türkiye devrimci mücadele sahasında yerini almıştır.
Yılmaz Güney Mao Zedung’u, Çin devriminin büyük önderi ve Marksist-Leninist olarak görür ve Marksizm-Leninizme katkılarını küçümsemez ve inkar etmez, ancak Mao Zedung’u 5. usta olarak görmez. Özellikle Mao Zedung’un felsefi çözümlemelerine büyük önem addeder ve parti içinde iki çizgi mücadelesi tavrını savunur. ÇKP’yi dönem dönem yalpalamasına karşın esasında Marksist-Leninist görür ve reformist, kapitalist, burjuva çizgisine karşı Mao Zedung çizgisinin doğru bir çizgi olduğunu savunur. Yılmaz Güney, “Büyük Proleter Kültür Devrimi”nin önemini yeterince incelememiştir.
1957-60 deklerasyonu karşısında ÇKP’nin tavrını doğru bulur ve Stalin sonrası Sovyet’lerde ortaya çıkan Kruşçov revizyonizminin dünyada emperyelistlerle barış içinde bir arada yaşama çizgisini emperyalizme teslimiyet çizgisi olarak mahkum eder.
Çekoslovakya sonrası Sovyet’lerin revizyonizmden, sosyal-emperyalizme kaydığı tespitlerıne katılır ve özellikle TKP/ML’nin “Sovyet Sosyal Emperyalizmi” yerine kullandığı “Rus Sosyal Emperyalizmi” kavramına sahip çıkar.
İbrahim Kaypakkaya çizgisini ve Mahir Çayan’ı Mihri Belli, Aybar-Aren Boran ve sağ oportünist çizgiye karşı tepki olarak ortaya çıkan esasında Marksist-Leninist çizgiler olarak ele alıp incelemeye değer görür. TKP/ML ve takipçileri ile sürekli diyalog arayışında olur.
Türkiye’nin sosyo-ekonomik yapısı hakkında “Yarı-sömürge, Yarı-Feodal, geri Kapitalist” bir ülke tespiti yapar. Türk burjuvazisini “İşbirlikçi Tekelci Burjuvazi” olarak konumlandırır. Kompador niteliğinin tekelleşmesinin önündeki engelleri tespit etmede yetersiz kalır.
Kürdistan’ın sömürge olduğu tespitini yapar ancak Kürdistan ve Türkiye proleteryasının çıkarlarının ortak mücadeleyi gerektirdiğini savunur. Uzun vadede birleşik bir Kürdistan merkezli Türkiye, İran, Irak ve Suriye halklarını kapsayan “Demokratik Bir Halk Cumhuriyeti ve Ön Asya Sosyalist Cumhuriyetler Birliği” stratejisi ile hareket eder.
Türkiye devrimini “Toplumcu Demokratik Halk Devrim”i olarak hedefler, “Halk Savaşı” kavramını kullanır. İşçi sınıfının önderliğinde, “İşçi-Köylü İttifakına” dayalı “Demokratik Halk Devrimi” yoluyla kırlarda ve şehirlerde yükselecek mücadelenin tek merkezde buluşmasının sağlanacağı kitlesel bir ayaklanmanın mümkün olacağını savunur. Devrimci stratejik hedefler konusunda “feodal kalıntıları ve bir sömürgeyi bağrında taşıyan, emperyalizme bağımlı kapitalist üretim ilişkilerinin egemen olduğu, yarı sömürge bir ülkenin çocuklarıyız. Ülkemiz çok uluslu bir ülkedir. Önümüzdeki devrim, yarı-sosyalist karakterli, anti-emperyalist halk devrimidir.
İşçiler, köylüler, şehir küçük burjuvazisi, orta burjuvazinin emperyalizme karşı duracak kesimleri, ezilen kürt ulusu ve diğer azınlık milliyet ve halklar, bağımsızlıktan yana olan herkes devrimin güçleridir. İşçi sınıfı, ideolojik, politik ve örgütsel alanlarda devrimin önder gücüdür. İşçi-köylü ittifakı devrimin temel gücüdür. Demokratik devrimi, sosyalist devrime ulaştıracak olan da bu ittifaktır.
Görevimiz, emperyalizmi, sosyal-emperyalizmi ve onların faşist, revizyonist, gerici işbirlikçilerini yenilgiye uğratmak, feodalizmden kaynaklanan her türlü gericiliğe ve halkın gelişen mücadelesini çarpıtan reformizme, özellikle de ‘Üç Dünya Teorisi’ni savunan sağ oportünist, reformist çizgiye hayat hakkı tanımamak, ‘sol’ oportünist siyasetleri mahkum etmek ve sınıfsız toplumun koşullarını yaratacak sosyalist devrimin yolunu açacak olan ‘Demokratik Halk Diktatörlüğü’nü kurmaktır.
Ülkemizde devrimin düşmanları bunlardır. Düşmanlarımızı belirledikten sonra, bunlar arasında kimleri birinci plana alacağımızı da doğru saptamak zorundayız. ABD emperyalizmi ve Rus sosyal-emperyalizmi, bu iki süper devlet, gerek bizim, gerekse bütün dünya halklarının baş düşmanlarıdır. Baş düşmanlarla bilinçli ilişkiler içinde olan, varlıklarını onların varlığına bağlayan faşistler ve sosyal faşistler de baş düşmanlarımızla birlikte ele alınmalıdırlar. Ve esas olarak, hedefimiz bu iki süper devlet olmakla birlikte, diğer emperyalistler ve gerici güçler mücadelenin dışında tutulamazlar. İki baş düşmandan, ülkemiz için asıl darbe, ABD emperyalizmine ve onların çıkarlarını saldırgan bir bağlılıkla savunan faşistlere vurulmalıdır. Faşizme ve ABD emperyalizmine karşı mücadele ancak ve ancak Rus sosyal-emperyalizmine ve revizyonizme karşı tutarlı bir mücadele temelinde başarı kazanabilir. Bu anlamda, revizyonizme ve sosyal-emperyalizme karşı mücadele, temel olmak zorundadır.” tespitlerini yapar.
Silahlı mücadelenin esas olduğu tespitini yapar, şiddetin sadece toplumsal şiddet esasına dayanması gerektiğini savunarak, hiç bir şart altında “Bireysel Terör”e alan bırakmaz. “Bireysel Terör”ün bazen zorunlu gerekliliği gerçeğini göremez.
Her türlü revizyonizmle, oportünizmle ve liberalizmle uzlaşmayı ilkesel olarak red eder. Ona göre; bireyler, gruplar, partiler, kendi içlerindeki sınıf mücadelesini temel alarak, revizyonist, reformist, oportünist etkilerden, her türlü burjuva alışkanlık ve eğilimlerden, feodal davranış biçimlerinden, şovenizmin etkilerinden, liberalizmin etkilerinden kurtulmak için, bilimsel sosyalizmin öncülüğünde savaşmalıdırlar.
Yılmaz Güney Den Siao Ping gibi “Kapitalist Yolcuların” başlattıgı, ÜÇ DÜNYA TEORİSİ’ni karşı devrimci bir teori olarak mahkum eder. Özellikle ülkemizde bu tezin temsilcisi “Aydınlık” hareketini Türkiye halkları açısından büyük bir tehlike olarak ve oportünizmin kalesi olarak görür.
AEP, ÇKP çekişmesinde M. Şehu’nun ÇKP ve Mao Zedung hakkındaki tespitlerini AEP’in bizzat kendi kendisini ve geçmişini inkarı olarak değerlendirir ve HK, DHB ve HB gibi hareketlerin bu tezlere balıklama atlamasını tutarsız ve devrimci ciddiyetten uzak görür ve mahkum eder.
Teori ve Pratik: Kirli bir sabun, el yıkanırken temizlenir arkadaşlar. Bizler de olumsuzluklarımızdan, ancak iş görerek, yani devrimci mücadele içinde yer alarak temizlenebiliriz. Kirli bir sabunu suyun altına tutun, temizlenmediğini göreceksiniz. Pisliklerle kaynaşmış sabun, ancak elimizi yıkarken temizlenir. Başlangıçta elimiz de pislenir, fakat sonunda hem sabun hem de elimiz temizlenir. Bizler de, sadece teorik çalışma yaparak, okuyarak arınamayız. Böyle bir tutum Troçkist kadro eğitim anlayışıdır. Su ile el yıkama hareketi birleşecektir. Yani teori ile pratik birleştirilmelidir. Teorinin kavranıp kavranmadığı pratikte belli olur. Teorinin kitleleri eğitip eğitmediği de kitle hareketlerinin niteliğinden belli olur. Devrimci sanat da devrimci pratik için önemli araçlardan sadece birisidir. “Sadece doğru fikirleri ve toplumsal yaşamı, hikaye, şiir, roman, film vb. kalıpları içinde kabaca yansıtan sanatı kuru slogan düzeyine indiren tutum, niyeti ne olursa olsun, devrimci sanat adına layık olamaz. Böylesi ucuzluklarla çok karşılaşacağız ve böylesi ucuzluklarla mücadele etmek devrimci görevdir” diyordu. (Siyasal Yazılar 1, s.21)
Güney devrimci sanatı bugünün görevleriyle sınırlamıyor, devrimci sanatın; gelecek devrimci ve sosyalist toplumu kuracak insanların duygularını, düşüncelerini ve bilincini eğitmede büyük ve önemli bir rolü olacağını düşünüyordu. Bir sanatçının niteliğini belirleyen ölçütün, toplumsal pratik olduğunu söyleyen ve ”herhangi bir ülkede, devrimci bir sanatçının görevlerini ve sorumluluklarını saptarken, o ülkenin tarihini, toplumsal ekonomik ve siyasi yapısını, o ülkedeki toplumsal kurtuluş mücadelesinin düzeyini, kitlelerin sanat ve kültür ilişkilerinin düzeyini doğru kavramak gerekir” diyen sosyalist militan bir aydın olarak Yılmaz Güney için dogmaların bizleri çepeçevre kuşattığı döneminde, ‘Sosyalizmin Rönesans Aydını’ demek abartı sayılmaz sanırız.
Yılmaz Güney sanat olarak sinemayı yürürlükteki emperyalist sistemin öncülük ettiği siyasal ve dinsel erklerin ve bunların oluşturduğu gerici, faşist ve baskıcı kurumlarının tartışılması, teşhir edilmesi, incelenmesi ve buna karşı dünya emekçilerinin emek özgürlüğü ve ezilen ulusların bagımsızlığı yolunda görsel bir eylem felsefesi olarak kullandı. Bunu yaparken “Tarihi Diyalektik Materyalizmi” kendisine rehber edindi. Her Türlü soyut, post- modern, metafizik burjuva sanat anlayışını red ederek sanatın toplumun bir aynası ve yansıması olarak toplum içindeki aksaklık ve çürümüşlükleri de ortadan kaldıracak bir mücadele aracı oluğunu ve olması gerektiğini savundu.
Toplumsal devimci bir mücadele aracı olarak sanatı yaratmanın ve pratikte uygulamanın olmazsa olmaz ölçütü, sanatçının buna uygun yetkinliğidir. O’na göre bu yetkinlik, disiplin, çalışkanlık, kollektif yaratıcılık, devrimci ahlak,ile donanmak iken, kıskançlık, dedikodu, kendini begenmişlik kariyer gibi her türlü küçük burjuva hastalıklarından arınma, gibi özelliklerle donanmakla mümkündür.
Gerek kitaplarında gerekse de filmlerinde somut, kuru slogancılığa kaçmadan militan bir kavgacı olarak, yaşayan insanın sorunlarıyla yakından ilgilenmiş, insanlığı geniş biçimde kucaklamaya çalışmış, yeni yaşam koşullarını başlatmada etkili, dirençli, istekli bir kavga adamı olarak tarihte hak ettiği yeri almıştır. Yılmaz, devrimci tetikleyici güç olarak Sinema aracılığıyla genelde emperyalizme ve özelde ülkemizde “Feodal Toprak Ağalarına ve Komprador Burjuvazi”nin baskıcı faşist devletine karşı sadece ülke sınırları içinde değil uluslarası platformda ciddi mesafeler katetmiş, bir eylem adamı ve bilge bir halk sanatçısıdır.
Kısacık ömrünü cezaevleri, yokluk ve sürgün olarak geçiren bu büyük dava insanı ve devrimci sanatçıyı, büyük bir saygıyla anıyoruz.
- Geçtiğimiz yıllarda yayımladığımız yazılardan derleme olarak, anısına yeniden yayınlıyoruz. (AHM)