İster mistik, isterse bilimsel olsun, inanç, yaşamın en zayıf yanıdır. İnsanın, kendine, kendi gücüne ve maddi dünyaya güvensizliğinin ilanıdır. Sorumlulukların bir bölümünden ve başkaldırıdan kaytarmanın bir yoludur. Kendi başkaldırısını, kendine karşı başkaldırının ön şartı olarak gören özgür bir akıl, gayet doğaldır ki inanca ihtiyaç duymaz. İnanç, efendi arayışı olduğu için gücünü insanın, inandığı şey karşısında cüceleşmesinden alır ve kuşkudan korkar. Kendi özünü ifade etme, gerçekleştirme amacını taşısa da inananın aklı özgür değildir. İnandığı gücün karşısında, eleştiri silahından, düşünce ve eylem özgürlüğünden yoksundur inanan insan. Akıl özgürleştikçe inanç gücünü yitirir. Aklın özgürleşmesi de insanın çok yönlü bilgi ve yaşam deneyimiyle, incelmiş, derin duygu gücüyle donanmasına bağlıdır.
İnancın mistik biçimlerinde insanın durumu daha vahimdir. Her şeyi hiçleştiren ölümün ürkütücü karanlığına karşı insanın sanal bir yaşam umuduyla inandığı güce boyun eğişi zavallıcadır. Ölümün silip süpüren, yok sayan kahredici gücünü kabullenemeyen, Gılgamışvari bir ölümsüzlük arayışına dahi çıkmayı göze alamayan insanın, anlama çabasından, kuşkudan uzak, münzevi bir ruhla tapındığı güce teslim oluşu, diz çöküşü, yalvarışı, insanın tipik bir tükeniş halidir. Boyun eğmeye, yalvarmaya, istemeye eğilimli bir karekter, mistik inanç sisteminden çıkıp, Tanrı’yı inkar temelinde bir başka ideolojiyi benimsediğinde, bağrından kopup geldiği mistik inancın tapınma ruhunu, savunduğu ideolojide, değişik bir biçimde hemen gösterir. Savunduğu ideolojiye eleştirel yaklaşmaz, herhangi bir eleştiri karşısında onu ortodoksça savunur ve eleştirel yaklaşımları da sapkınlık olarak görür. İnandığı ideolojinin ilkelerini aşma cesaretini genellikle gösteremez; gösterse bile o ilkeleri aştığını ve artık aşılanların geçersiz olduğunu söyleyemez, tevil yoluna baş vurur. İnandığı gücün, baş döndürücü, büyük ve sonsuz değişimin içinde bir zerrecik olduğunu düşünmek istemez, ölümsüzlük kavramını yüceltir, yapılan işlere ölümsüz ve derin anlamlar yükler. Dahilerin bir bölümü ile zır deliler hariç, herkesin tapınağı vardır. Adı özgürlük bile olsa, tapınak, tapınaktır.
Biz Türkiyeli komünistlerin durumuna bakın. Ezici çoğunluk olarak, modern komünizme derin bir bağlılıkla inanırız. Tartışmalarımızın ana söylemi, görüşlerimizin, savunmalarımızın ana dayanakları komünizm ideolojisinden alınmadır. İdeolojinin saflığını korumak, onu bir bütün olarak, katışıksız bilim ilan ederek, her türlü kuşkunun ve eleştirinin üzerinde tutmak konusunda oldukça mahiriz. Geldiğimiz mistik dünyanın etkilerinden tam sıyrılamadığımız için inandığımız komünizmi, cennet gibi idealize eder, toplumsal gelişmeyi, inandığımız komünizm aşamasında dondurur, insanla insan arasındaki çelişkiyi, yani toplumun iç çelişkilerini, iç dinamiğini, toplumsal gelişimin temel dinamiği olmaktan çıkarıp, insanı sırf kendi dışındaki maddi dünyayı egemen altına almaya çalışan bir unsura indirgemek suretiyle dış dinamiğin gücünü, özellikle bu noktada haddinden fazla abartırız. Yerleşik inanç ve geleneklerle bağlarımızı şu veya bu şekilde sürdürürüz. Nikah kıydırır, dört başı mamur düğünler yaparız. Çocuklarımızı sünnet ettiririz. Öldüğümüzde ise ilk ziyaret ettiğimiz yer cami olur.
Tarih, insanın inanarak yürüdüğünü, barbarlık ve uygarlık basamaklarını inanarak geçtiğini gösteriyor. İnananlar ya da cemaat, kolayca el ele verip, cem olabiliyor. Rehberin bir güzel sözü, inananların kalplerini karşılıklı tebessüm ve incelik iklimine sokabiliyor. Acının bilinci inan insanda güçlüdür. İnancı uğruna kendisini kolayca feda edebildiği gibi önüne çıkanları da acımasızca tepeleyip geçebiliyor. Ölüm, inancı uğruna düşenler için özgürlüğe ve ölümsüzlüğe kavuşmadır. İnsanı anlama zahmetinden genellikle hoşlanan, ortaçağın inançlı insanı, mağaralaşarak, karanlığı ve yarasaları çekerek derinleşen, kendine mahkûm olan yüce bir ruhla yarattı kendi çağının güzelliklerini. Sufilerde inanç, insanı kendi özünü anlamaya yöneltti. İnsanın kendini, kendi özünü anladığı ya da anladığını sandığı noktada ‘Enel hak’ çığlığıyla ortaya çıkması, inananları ve inananların devletini korkuttu. Çünkü enel hak,bir tür inanç olmasına rağmen, bir anlamda, en yaygın ve en yerleşik inancın gücünü ve insanın bu güç karşısındaki aczini, cüceliğini iptal ediyordu. Rönesans’ın temelinde de inanç vardı. Mayası inançsız bir tek devrim yoktur yeryüzünde. Günümüze kadar gelen bütün büyük eserlerin mayasında inanç vardır.
İnanç çağındayız. Bu çağ, on bin yıl sonra nasıl bir çağa evrilir ve evrilen o çağda inancın durumu ve rolü ne olur? Çok yönlü bilgi ve derinlikli sanat, inancı zayıflatıyor. İnsan, çok yönlü bilgiden, derinlikli sanattan, özgür düşünceden ve zengin sosyal pratikten uzak kaldığı müddetçe inanacaktır. İnancın olduğu yerde, insan insanı yönetecek ve “herkesin herkese karşı savaşı” sürecektir. İnternet, kitaba ayrılan zamanı yutmasına rağmen, kuşkuyu, eleştiriyi ve izlemeyi geliştirdi. Düşünce, dar, yerel çitlerinden dışarı taşmaya başladı. Milliyetçi düşüncenin ve dinler çatışmasının karşısında saf tutan evrensel, hümanist düşüncenin gücü ve taraftarları arttı. Yığınların bu modern duvar gazetesinden en çok mistik inancın şikâyet etmesi boşuna değildir. Kesin olan bir şey vardır ki, o da insanın tarihsel ilerleyişinin inanca doğru değil, inançsızlığa doğru olduğudur
20 Ocak 2011
Muzaffer Oruçoğlu
http://muzafferorucoglu.org
Yazının Başlığını yazı içerisinden biz seçtik.(AHM)