Türkiye işçi sınıfı mücadele tarihinde 15-16 Haziran 1970 Büyük İşçi Direnişi, alt üst edici bir momenti simgeler. İlk olarak bu kolektif pratik, işçi sınıfının toplumsal-maddi bir güce dönüştüğünü gösterir. Aynı zamanda tarih sahnesine çıktığından beri devletin 1845 Polis Nizamnamesi, 1909 Tatil-i Eşgal Kanunu, 1925 Takrir-i Sükün, 1936 Ceza Yasası’ndaki 141, 142. maddeler gibi baskı yasaları, korporasyon taktikleri, açık şiddet ve zor, tahkikat, manipülasyon operasyonlarına karşı ayağa kalkışını ifade eder. Bu paternalist devlete karşı bir kafa tutuştur ve devlet ideolojisinden net bir kopuş pratiğidir.
İşçi sınıfı, Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye Cumhuriyeti döneminde her zaman “tehlikeli bir sınıf” olarak görülmüş, bu sınıfın kontrol altında tutulması ve ehlileştirilmesi için önlemler alınmıştır. Tarih sahnesine geç çıkan ama genç bir sınıf olan Türkiye işçi sınıfı; tarih sahnesine geç çıkmasının bazı handikaplarını yaşasa da genç olmanın radikalliğini ve dinamizmini hiç beklenilmeyen anlarda ve durumlarda dışavurmuştur. 15-16 Haziran Direnişi böylesi bir deneyimdir. Aslında her beklenilmeyen an büyük bir biriktirme sürecini ifade eder. Bunu eylemin ruhunda görmek ve büyük enerji sıkışması ve infilakın yarattığı aurada hissetmek olanaklıdır.
15-16 Haziran, Feshane Fabrikası’nın kurulmasını (yani 1835’i) modern işçi sınıfının doğuş tarihi olarak kabul edersek, 125 yıllık sınıf mücadelesinde bir birikimin ve mayalanmanın sonucu olarak ortaya çıkmış muazzam bir deneyimdir. Özellikle 1960-1970 arasında yaşanan işçi sınıfının nesnel ve öznel şekillenme süreci, diğer toplumsal kesimlerin pratikleri, toplumsal ve sınıfsal mücadelenin hızlı, yoğun ve çok boyutlu bir şekilde gelişmesi ve uluslararası bağlamda 1968 küresel isyan hareketinin ve sistem karşıtı hareketlerin birikimleri 15-16 Haziran’ın doğuş dinamiklerini besleyen faktörlerdir.
15-16 Haziran, Feshane Fabrikası’nın kurulmasını (yani 1835’i) modern işçi sınıfının doğuş tarihi olarak kabul edersek, 125 yıllık sınıf mücadelesinde bir birikimin ve mayalanmanın sonucu olarak ortaya çıkmış muazzam bir deneyimdir. Özellikle 1960-1970 arasında yaşanan işçi sınıfının nesnel ve öznel şekillenme süreci, diğer toplumsal kesimlerin pratikleri, toplumsal ve sınıfsal mücadelenin hızlı, yoğun ve çok boyutlu bir şekilde gelişmesi ve uluslararası bağlamda 1968 küresel isyan hareketinin ve sistem karşıtı hareketlerin birikimleri 15-16 Haziran’ın doğuş dinamiklerini besleyen faktörlerdir. Bu manada 15-16 Haziran Saraçhane Mitingi, Kavel ve Paşabahçe Grevleri, DİSK’in kuruluşu, Alpagut özyönetim deneyimi, Derby fabrika işgali, toprak işgalleri, üniversite boykotları, Fransa 1968 Mayıs grevleri, 1968-1969 İtalya işçi konseyleri, Çin Kültür Devrimi demektir.
Dönemin ruhu ve atmosferi eylemin ruhuna sirayet etmiştir. Bunu eylemin artık efsaneleşmiş her fotoğraf karesinde görebilir, hissedebiliriz. O karelerden tarihin ve tarihi anların mana derinliği ortaya çıkar. Kadıköy Rıhtımı’nda o koca kütlenin yüklenerek asker barikatını aşması, işçilerin zincirlerinden boşalmış bir şekilde, çoşkuyla Kadıköy Meydanı’na doğru akması, askerlerin ellerindeki tüfeklere takılmış süngüler gibi …
Aslında işçi sınıfı birleşik bir güç olmanın ve sokağın, özgürleştirici atmosferini solumaktaydı. Karşısına çıkan düzen ve nizamı simgeleyen hiçbir şeyin hükmü yoktu. Pratik olarak devletin hükmü de kalmamıştı. İstanbul Valiliğine ulaşan Avrupa yakasında işçi yığınları tankları aşarak Eminönü Meydanı’na ineceklerdi. İçlerinden biri o an “şu valiliği de alalım, işgal edelim” dese bu işten bile değildi.
15- 16 Haziran sınıfı bir nesneler yığını olarak gören ve sol içinde etkisi hiç de hafife alınmaması gereken eğilimlere karşı hayatın içinden verilen militan bir cevap oldu. Avrosentrik ya da oryantalist bir yaklaşım olarak Türkiye’de işçi sınıfının varlığının tartışıldığı ya da sınıfın amorf bir karakterde olduğu, daha loncalık ve zümrelik bilincini aşamadığını ileri süren anlayışlarla ya da benzer yaklaşımların ters simetriği olan oksidentalist ya da ters oryantalizm içeren yaklaşımlara işçi sınıfı yığınsal ve yıkıcı bir eylemle cevap verip, tarihsel bir özne olduğunu dosta düşmana gösterdi.
Aslında işçi sınıfı tarih sahnesine geç ve erken çıkmasından öte sermayenin emek üzerinde kurduğu tahakküm ve egemenliğe ya da emeğin emek gücü haline getirilmesine karşı ontolojik bir direniş gösterir. Bu ontolojik karşı duruş, onun otonomisini yarattığı ve beslendiği yıkıcı enerjisini de biriktirir. Sınıf başından itibaren, uzlaşmaz çelişkinin doğasına da içkin bir tarzda (aynen sermaye gibi) aktif bir özne olarak hareket eder, konumlanır ve tavır alır. Sermayenin ve kapitalist devletin her koşulda sınıfı “tehlikeli bir sınıf” addetmesi boşuna değildir, sınıflar mücadelesi içindeki deneyimlerinin sonucu ve soğukkanlı bir sınıf tavrının ürünüdür.
Bu manada Osmanlı Amele Cemiyeti (1894-1895) gibi hem de illegal kurulmuş ilk işçi örgütü, yine ilk olarak (1834’te) Rumeli’de daha sonra Bursa, Beyrut, Samakov’da yaşanan ludist deneyimler, 1872 yılında Beyoğlu telgraf işçilerinin ilk grevi eşyanın tabiatına uygun bir gelişmedir ve bir varoluş inşasıdır ve emeğin aktif bir özne olarak devreye girişini simgeler.
15-16 Haziran’ın son derece önemli bir diğer özelliği anti-kapitalist bir ayaklanma olarak gelişmesi ve sokakla fabrika arasındaki diyalektiği kurmasıdır.15-16 Haziran o günden bugüne, yani 50 yıllık süreçte ortaya çıkan ve iz bırakan her işçi eyleminin beslendiği bir nehir yatağı işlevi görmüştür.
Stratejik Alan, Stratejik Rol
15-16 Haziran ayrıca 1960 sonrası her pratikte ve deneyimde devrimci Marksist hareketin nerede konumlanması ve nerede kendini inşa etmesi gerektiğini göstermesi açısından bir doruğu simgeler. 1971 Devrimcileri bunu başından itibaren hisseder ve sınıfla bağ kurmaya çalışır. THKP-C’de bu ilişki bir dirsek teması şeklindeyken, TKP/ML’de ciddi ciddi bir organik ilişki biçimindedir. Ama bütün ’71 devrimcilerini işçi eylemleri, direnişleri, grevleri, toprak işgalleri ve 15-16 Haziran direnişi içinde görürüz. Aslında olan şudur (Hikmet Kıvılcımlı ve çevresini de dahil ederek) ’71 devrimcileri devrimci politikayı hayatın içinde kuran işçilerin, yoksulların, çaresizlerin, fukaranın politik gücünü açığa çıkarmaya çalışan muazzam bir tarzı örerler. Belki de bu yön, ’71 devrimcilerinin ihtilalcilikleriyle birlikte en ayrıştıcı özelliğidir. Bu çaba aynı zamanda sınıf devrimcisi olma çabasıdır. Rusya’da bu süreç başından itibaren devrimci Marksist hareketin (okuma grupları, ajitasyon komiteleri gibi örgütlenmelerle) ana rahminde, sınıf içinde kendini inşa etmesi şeklinde biçimlenirken, bizde ise sınıfın devrimci Marksist hareketi kendi rahmine çağırması şeklinde gelişmiştir. ’71 devrimcileri bu çağrıya kulak vermiş, sınıf ve emekçi yığınlar içinde konumlanmaya çalışmışlardır.
Kapitalist devlet ve finans kapital 15- 16 Haziran’la açığa çıkan yıkıcı anti- kapitalist potansiyelle, devrimci Marksist hareketin sınıfla kuracağı rezonanstan şiddetle korkmuştur. Bizans, Selçuklu, Osmanlı devlet geleneğinin tecrübesi ve “aklı” hemen önlemler alma ihtiyacı duymuş, ’71 devrimcileri imha edilirken, 15-16 Haziran’ın taşıyıcı kadroları, işçi önderleri işten atılmış, kara listelere alınmış, bir anlamda açlıkla terbiye edilmeye çalışılmıştır. DİSK yönetimi işçi önderlerine yapılan bu operasyonlar karşısında sessiz kalmıştır.
15- 16 Haziran bu manada sınıf mücadelesi ya da sınıf savaşları açısından tarihsel bir momenti simgeler. Sınıf savaşlarının şiddetinin çıplak bir dışavurumudur.
15-16 Haziran’ın son derece önemli bir diğer özelliği anti-kapitalist bir ayaklanma olarak gelişmesi ve sokakla fabrika arasındaki diyalektiği kurmasıdır.15-16 Haziran o günden bugüne, yani 50 yıllık süreçte ortaya çıkan ve iz bırakan her işçi eyleminin beslendiği bir nehir yatağı işlevi görmüştür.
Devrimci hareket sınıflar mücadelesinin son 50 yıllık kesitinde ortaya çıkan tarihsel momentlerin yarattığı imkanları hiç anlamadı, hiçbir hazırlık yapmadı, biriktirmedi hatta küçümsedi… Birçok defa tarihin akışının değiştirilme şansı doğmasına rağmen, bu şans elden kaçırıldı. Böylesi bir durumda son 40 yıllık sürecin bir “terbiye ” ve likidasyon süreci olarak yaşanması kaçınılmazdı. Marjinalleşme bir anlamda arzu edilen durum oldu.
İşçi Sınıfı Her Eyleminde Şekillendi, Her Eyleminde Biriktirdi
Son 50 yıllık süreçte öne çıkan işçi eylemleri sınıfın siyasallaşma pratikleri ve farklı dönemlerde toplumsal-maddi bir güç olarak ağırlığını hissettirmesi şeklinde biçimlendi. Eylemler sınıfın kolektif ruhunu besledi, kolektif bilincini geliştirdi. Her eylem dalgası, bir diğerinin birikimi ve esin kaynağı oldu.
1976, 1977, 1978 1 Mayısları sınıfın kolektif karşı duruşlarını ortaya koydu. 1977-1980 MESS grevleri sınıfın finans kapitalle açık bir hesaplaşmasını, Faşizme İhtar Eylemi (1978) ve Tariş Direnişi (1980) sınıfın siyasallaşmasını simgeledi. 12 Eylül karşı devrimi sınıfın yükselişini engellerken, toplumsal muhalefeti ezdi. Özelikle 1989 Bahar Eylemleri faşizmin yarattığı korku duvarını parçaladı ve işçi sınıfının yeniden kolektif bir güç olarak ağırlığını koymasını sağladı. 1990 Madenci Yürüyüşü işçi sınıfının önderliğinde bir kentin ayağa kalkışıydı. Yüzbinler başkente yürüyüşe geçti. 15-16 Haziran’la başlayan ya da geçmişten gelen yürüyüş, Zonguldak Madenci yürüyüşüyle aktüel biçim alıyor, yeni 15-16 Haziranları simgeliyordu. 1989 Bahar eylemleri ise Türkiye’de işçi kentlerinin bütününü sardı. Ülke yaygın yürüyüş ve direnişlere ve zengin işçi eylemlerine sahne oldu. Taban örgütlenmeleri Bahar Eylemlerini yaratan dinamikler olarak dikkat çekti. Bu muazzam ve yaratıcı deneyimler, 1990’lı yılların ortalarından sonra kamu çalışanlarının fiili, militan örgütlenme ve mücadeleleriyle taçlandı. Milyonlar Kızılay’da meydanları doldurdu. 2010 yılında gerçekleşen Tekel direnişi neo-liberal kapitalizme ve yıkım programlarına karşı sınıfın dirayeti ve yaratıcılığını simgeledi.Tekel işçileri sokakla bütünleşti, sokak ve kavga oldu. Bu pratik tarz, 15- 16 Haziran’ın işçi sınıfına bıraktığı gelenekti. 2013 Gezi Ayaklanması sınıfın yeni bir fraksiyonun ya da segmentinin alanlara, meydanlara çıkışıydı. Eylem senkronize bir kent ayaklanmasına dönüştü. 15-16 Haziran Türkiye’yi sarsan iki gündü, Gezi Ayaklanması Türkiye’yi sarsan 30 gün oldu.
Komün pratikleri, çok geniş toplumsal kesimleri içinde barındırması, devletle açık çatışma, özerk alanlar yaratma, alternatif kültür ve yaşam pratikleri, kitlelerin ironiyi bir silaha dönüştürmesi, kitle hareketinin zengin pratikleri yeni yüzyılın kendi özgünlüğünde bir 15- 16 Haziran gibi iz bıraktı. Militan ve radikal kent savaşları kitlelerin kolektif hafızalarına kazındı. Bir duvar yazısında söylendiği gibi “Devrim sanki göz kırptı”.
2015’te fiili olarak gerçekleşen ve bir kent ve havza grevi şeklinde yayılan Metal grevleri, işçi sınıfının öfke patlamalarına örnek oldu. İşçi sınıfının en duyarlı ve atak bölüğü olan metal işçileri yarattıkları taban örgütlenmeleriyle finans kapitale, siyasal iktidara ve sarı işbirlikçi, faşist sendikal blokaja kafa tuttu ve direndi. Fiili grev ve eylemlerle kolektif aksiyon gücünü ortaya koydu. Eylemlerin işyeri bazından kent grevine dönüşmesi, ardından farklı kentlere yayılması ve havzaları harekete geçirmesi öfkeyi ve öfke dalgasının gücünü gösterdi.
Sınıflar mücadelesi şiddetlenerek sürüyor. Önümüzdeki sürecin son derece sert bir süreç olacağı ortada. Bu koşullarda 15-16 Haziran 1970’in manası daha da derinleşiyor. Çünkü 15-16 Haziran kavga demek, sokak demek, mücadele demek… 15-16 Haziran 1970 yol göstermeye devam ediyor…
Bir Sosyal Anafor: Proletarya
50 yıllık tarihsel kesitte öne çıkan bütün bu eylemler 15-16 Haziran’ın yarattığı nehir yatağında şekillendi, kendi üslubunu, tarzını ve rengini buldu. Bu süreç bir başka açıdan sınıfın nesnel ve öznel şekillenişini ortaya koydu. Sınıf eylemin içinde öğrendi. Otonomisine dayanarak bağımsız birleşik bir güç olma yolunda son derece önemli adımlar attı. İşçi sınıfı korporatizme, sendikal çürümüşlüğe, siyasi iktidarlara, finans kapitale kafa tuttu ve zengin deneyimler yarattı. Her biri bir tarihsel moment olan bu birikimler ne yazık ki değerlendirilemedi. Anti-kapitalist bir kopuşun önü açılamadı.
Aslında bu pratiklerin bütünü aynı 15-16 Haziran 1970’te olduğu gibi devrimci Marksist hareketi ana rahmine çağırmaydı.
Ancak bu çağrıyı duyan ve gerekli önemi veren olmadı. Çünkü bu çağrı sınıf çalışmasını stratejik bir çalışma olarak görmeyi ve sınıf içinde stratejik konumlanmayı koşulluyordu. Yani sınıfsal öfkenin parçası haline gelme ve öfkenin içinde inşa olma manası taşıyordu.
Bu durum sadece bir pratik sorun değildi, aynı zamanda daha yakıcı düzeyde teorik ve ideolojik sorundu. Devrimci hareket sınıflar mücadelesinin son 50 yıllık kesitinde ortaya çıkan tarihsel momentlerin yarattığı imkanları hiç anlamadı, hiçbir hazırlık yapmadı, biriktirmedi hatta küçümsedi. Ya da en fazla dışardan destekleyicisi oldu. Sınıflar mücadelesi zenginliği içinde ortaya çıkan son derece önemli deneyimler yükseldi ve geri çekildi. Birçok defa tarihin akışının değiştirilme şansı doğmasına rağmen, bu şans elden kaçırıldı. Böylesi bir durumda son 40 yıllık sürecin bir “terbiye ” ve likidasyon süreci olarak yaşanması kaçınılmazdı. Marjinalleşme bir anlamda arzu edilen durum oldu. Sınıftan kaçış, sınıf mücadelesi içinde etkisizleşme yanında, sekt bir yapıya dönüşmeyi yada mezhepleşmeyi politika yapma biçimi haline getirdi.
Sınıflar mücadelesi şiddetlenerek sürüyor. Önümüzdeki sürecin son derece sert bir süreç olacağı ortada. Bu koşullarda 15-16 Haziran 1970’in manası daha da derinleşiyor. Çünkü 15-16 Haziran kavga demek, sokak demek, mücadele demek… 15-16 Haziran 1970 yol göstermeye devam ediyor…
Son 50 yıllık dönemde sarsıcı işçi hareketleri bir anlamda yeni 15- 16 Haziranlar olarak bizleri saflara davet ediyor.
Kapitalist toplumda proletaryanın sosyal bir anafor olduğu unutulmamalıdır. Anti-kapitalist alanların ya da sistem karşıtı hareketlerin bileşkesi bu zeminde kurulabilir. Birleşik devrimci enerjisi ancak bu sosyal anaforun içinde yaratılabilir. İşçi sınıfı tüm fraksiyon ve segmentleriyle birlikte, stratejik bir sınıftır ve anti-kapitalist mücadelenin taşıyıcı gücü ve eksenidir.