HOLLANDA SORUNU VE TÜRK ŞOVENİZMİNİN DÜŞKÜNLÜĞÜ!
Türk devleti ile Avrupa Birliği devletleri arasında son süreçte tırmanan bir gerginlik söz konusudur. Yaklaşık 5 yıldır inişli çıkışlı ancak esasta istikrarlı bir kriz yaşayan Türkiye-AB ilişkileri son süreçte adına “diplomatik” denen bir gerginlikle kriz daha da tırmanmıştır. AKP’nin Avrupa’da Referandum ekseninde başlattığı çalışmalara karşı Almanya merkezli gelişen bir kısıtlama ve sınırlama tutumu oluşmuştur. Ancak bu kısıtlama ve sınırlama esasta Devletin Bakanlarına yönelik gerçekleşmiştir. Almanya önce Ekonomi Bakanı Nihat Zeybekçi’ye daha sonra Adalet bakanı Bekir Bozdağ’a yasaklar getirdi. Daha sonra buna tepki göstererek Almanya’ya geçen Dış işleri bakanı Mevlüt Çavuşoğlu aynı akıbete uğradı. Almanya’nın bu tepkisine bir süredir Türkiye’ye karşı sert açıklamalar yapan Avusturya’nın desteği ve bu tavrın tüm AB ülkelerini kapsayacak şekilde yaygınlaştırılması önerisi geldi. AB’nin temel dinamiği Almanya’nın bu tutumu Hollanda’yı ziyaret eden Aile Bakanı Fatma Betül Sayan Kaya’nın Rotterdam Başkonsolosluğuna sokulmaması, buna karşı zorlayıcı tutumundan kaynaklı korumaların derdest edilerek bakanın Almanya’ya gönderilmesiyle sonuçlandı. Aynı Hollanda Dış işleri bakanı Mevlüt Çavuşoğluna ülkeye giriş yasağı da koydu. Almanya Türk Devletini sadece itelemeyi tercih ederken Hollanda adeta bundan cesaret alarak tekme tokatla Türk devletini dövdü.
Türk hakim sınıfları Almanya’nın ortaya koyduğu tavra karşı “Faşizm, yeni Nazizm” gibi kavramlarla saldırmaya ve basınç oluşturmaya çalıştı. Ancak bu tavrın Türkiye’de yaşanan saldırıların boyutu, OHAL ve koyulaşan faşizm gerçekliği karşısında inandırıcılık bir yana sadece komik olduğunu belirtmek gerekmektedir. Bu tutumun “hamaset” üretmekten ve var olan ve sürekli tırmanan şovenizme yeni bir halka eklemekten öte bir karşılığının olması söz konusu değildir. Uluslararası ilişkilerde ve diplomatik alanda düşülen zavallılığın, biçareliğin ve paspasa dönüşen hallerin karşısında Türk egemen sınıflarının sadece “hamasetle” kar etme çabasının kuşkusuz iç siyasette bir işlevi vardır. Lakin bu durumun yaşanan tabloda oluşan krizin derinliğini örtmeye yetmeyeceği, açık bir siyasal krizle Türk egemen sınıfların karşı karşıya olduğu gerçeğini kapatamayacaktır.
AB Emperyalistlerinin Taşan Sabrı ve Referandumun Yarattığı Fırsat!
Bu gelişmelerin Türk hakim sınıfları tarafından Referandum öncesi bilinçli şekilde tırmandırılarak “mağduriyet yaratma”ya dönüştürüldüğü, referandumda istediği sonucun çıkmamasına karşı “evet” desteğini arttırma hesabından kaynaklandığı değerlendirmeleri gelişmeleri sadece yüzeyselleştirdiği gibi, böylesi sorunların doğuracağı politik sonuçları küçümsemek ve nedenlere dair de doğru bir perspektiften bakmamak anlamına gelmektedir.
Ancak AB emperyalistlerinin Referandum çalışmalarını Türk devletine ayar vermek için iyi bir kaldıraç olarak kullandığı da açıktır. Özellikle Referandumun tek yanlı, anti-demokratik bir ortamda ve dünya kamuoyu tarafından tepkiyle karşılanan durumunu AB emperyalistlerinin politikasına araç yaptığı açıktır. Düne kadar faşist diktatörlüğün en pervasız ve acımasız saldırılarına, katliamlarına ortak olan ve destek veren bu emperyalist odakların şimdi “Türk devletinin gericiliğine karşı” duyarlı hale gelmediği açıktır. Bu bağlamda Türk devletinin ve özelde AKP’nin referandum hesabı ile gerginliği tırmandıran oyununa figüran olmadığı da açıktır. Zira bu ülkelerle Türkiye arasındaki ilişkilerde esas olan AB emperyalistleridir. Nihayetinde ipler siyasal ve ekonomik güç dengeleri bağlamında bu güçlerin elindedir. Bu eksende oldukça basit sayılacak referandum oyununda AB emperyalistlerinin tuzağa düşmesi bu güçleri fazla küçümsemek olur. Soruna emperyalist AB ile Türkiye arasındaki çelişki olarak bakmak ve sorunu ele almak gereklidir.
Bu bağlamda birincisi; Türkiye’nin bir süredir özellikle Ortadoğu politikasında, göçmenler meselesinde AB’ye ve özelde Alman emperyalizmine karşı tehditkar bir koza çevirdiği ve bunu en hoyrat biçimde kullandığı bilinmektedir. Bu bağlamda AB emperyalizminin “oyun kurucu” rolüne karşı konumlanan ve onu elindeki olanaklarla kendi çıkarlarına tabi kılmaya çalışan Türk hakim sınıflarına yönelik bir tepki ve reaksiyon söz konusudur. AB tarafından gösterilen tahammül ve verilen her taviz sıkışmış ve siyasi kriz içinde olan TC için yeni talepleri gündeme getirmiştir. Ekonomik ve siyasi olarak dans ettiği gücün zincirine bağımlı emperyalist bir odak olduğunu unutan siyasi reaksiyonlar geliştirmiştir. Özellikle Ortadoğu’da Türkiye, ABD ve AB’nin kendisini dışında tutan bir oyun planı çizemeyeceğine dair aşırı güveni onu siyasal alanda cesaretli kılan bir faktör olmuştur. Ancak bu emperyalist güçlerin tümüyle Türkiye seçeneği dışında olanaksız kalacağını düşünmek emperyalizmi fazla küçümsemek anlamına gelmektedir. Türk devleti, var olan sıkışmışlığını ve siyasi krizini aşmak için kısa vadelide olsa Suriye politikasında bir yeni planlamaya, emperyalist güçler arasındaki çelişkiden azami oranda faydalanacak bir siyasi yönelime götürmüştür. Bu yönelim özellikle Rusya ve Esat’la ilişkilenme, Rojava’da Kürt kazanımlarına saldırıya odaklanan bir orta vadeli siyasal konumlanışa mahkum hale gelmiştir. Tüm Suriye’nin yeniden dizaynından daha dar olan Rojava’ya endeksli ve Rusya-Esat icazetli siyasal yönelim ABD ve AB emperyalistlerini memnun etmeyen bir durum yaratmıştır. Birincisi bu güçlerin Rojava’ya bakış açısıyla TC’nin yönelimi arasında yaşanan bir çelişki söz konusudur. İkincisi, TC’nin Rojava’yı kuşatmak için Rusya ve Esat’a verdiği tavizler ve bu bağlamda ABD-AB emperyalizminin yöneliminden doğal olarak uzaklaşma durumu bir gerginlik üretmektedir. TC’nin elindeki kozları kullanarak bu güçlerin “kerhen” izin vermek zorunda kaldığı ve sabun köpüğü “söylem siyasetine” göz yumduğu koşullar sınırları zorlayan bir aşamaya gelmiştir. Türk devleti Rojava ve Suriye’de askeri işgalini sürdürmek ve hatta genişletmek için Rusya’ya verdiği tavizlerin alanı genişlemekte, ABD ve AB’nin memnuniyetsizliği ise buna paralel artmaktadır.
Bu tablonun yarattığı gerginlik AB’yi Türkiye’ye bir ayar vermeye itelemiştir. AB’nin bu noktada Türkiye ile yaratacağı bir krizde özellikle ekonomik anlamda oluşacak tabloda Türkiye’nin daha zararlı çıkacağı açıktır. Bu neviden siyasi krizlerde ise Türk Komprodorlarının endişe ve korkusunun, özellikle bağımlı oldukları emperyalist zincirden uzaklaşmanın dalga dalga yayılacak sonuçları olacaktır. İtibar kaybıyla birlikte, etki ve yönlendirme kabiliyeti azalacak, uluslararası arenada etkili emperyalist güçlerin desteği olmaksızın kendi başına oynayacağı rolün zayıflayacağı açıktır. Alman emperyalizmi tamda bu noktada özellikle meşruiyet sorunu olan Referandumu ve o eksendeki çalışmaları fırsat olarak görmüştür.
Faşist Diktatörlük Bahanesi İle AB Irkçılık Ve Gericiliğin Zeminini Güçlendiriyor
İkincisi, son gelişmelerin özellikle diğer bir boyutu da AB’nin iç siyasete yönelik hamleleridir. Türk devletinin ve özellikle Tayyip Erdoğan’ın AB’nin kendi içindeki krizi abartarak ve sulandırarak sürekli agresif ve küçük düşürücü beyanları kamuoyu nezdinde tepkiyle karşılanmaktadır. Bu iç siyasetteki dengeleri etkilemektedir. Buna özellikle Irkçı ve faşist partilerin gelişmesini sağlayan ekonomik-politik koşullarda, bu gelişmeleri kendi lehine kullanmasını da eklemek gerekmektedir. Bu bağlamda özellikle Hollanda ve Almanya’da Türk Bakanlarına yönelik engelleyici tutumların bir yanını da Avrupa’da gelişmekte olan gerici ve ırkçı politikanın basıncı olarakta okumak gerekmektedir. Bu yaklaşım aynı zamanda Avrupa’da göçmenlere yönelik yeni yasal düzenlemelerle de kendisini göstermektedir. Referandum seçimleri bağlamında ve yaşanan bu gerginlikte ilk gündemlerden birisi kazanılmış haklara yönelik kimi düzenlemelerin tartışılmasıdır. Bunlardan birisi çifte vatandaşlık uygulamasının kaldırılması tartışmasıdır. Bu bağlamda Avrupa’da AKP yandaşı gerici-faşist bir güruhu ve yine milliyetçi duygularla AKP etrafında kenetlenmiş geniş göçmen topluluğuna yönelik kamuoyu tepkisini gerekçe yaparak sosyal-ekonomik ve siyasi sınırlamalar planlanmaktadır. Bu yanıyla bu sürecin ve TC ile tırmandırılan ilişkilerin Avrupa’daki göçmenlere yönelik gerici ve ırkçı bir saldırı olarak dönüştürülmesi durumu söz konusudur. Bu aynı zamanda genel olarak Emperyalist-kapitalist ülkelerde faşizan ve ırkçı temelde gelişen eğilimin bir sonucu olarak görülmelidir. ABD’de Trump ile bu esintinin hız kazanması Avrupa’da da kendi zeminini bulmaktadır. Bu bağlamda bunun daha da güçleneceği görülmektedir. Merkezde duran siyasi partilerin ve egemen sınıfların şimdi bu esintiyi arkasına alma, ona biçim vererek kontrolde tutma siyaseti söz konusudur. Ancak bu etkinin bu partileri ve siyasi yönelimini etkilediğini ifade etmek gerekmektedir.
Üçüncüsü, AB emperyalist politikalarının Türk Hükümetine karşı bu tutumu Türkiye’deki azgın faşist saldırılarına yönelik memnuniyetsizlikle alakası yoktur. Emperyalist güçler kendi çıkarlarına bakmaktadır. Bu anlamda Türkiye’de demokrasinin kırıntılarının da ortadan kaldırılması esasta ilgi alanına girmemektedir. Bunlar sadece onun çıkarları için dönem dönem kullandığı aparatlardır. Ve şimdi bir kez daha aynısını yapmaktadırlar. Aynı AB ülkeleri TC ile bir yandan bu gerginliği tırmandırırken Faşizme karşı mücadele yürüten devrimci, komünist ve yurtseverleri de kendi ülkelerinde hedef almaktan geri durmamaktadırlar. Bu açıdan Türkiye ile gerginleşirken bu kesimlere yönelik baskı ve sindirme operasyonlarını küçük bir hediye olarak faşist diktatörlüğe sunmaktadırlar. Nisan 2015’de Almanya merkezli komünist ve devrimcilere yönelik operasyonla devam eden mahkeme aynı politik saldırganlık karakterini koruyarak devam ettirilmekte, son gelişmelerle gerçekleşen direnişleri dahi dava kapsamına almaya çalışmaktadırlar. Bu yanıyla baktığımızda Türk devleti ile gerginlik devam ede dursun iç politikada bir bütün göçmenlerin haklarına yönelik gerici ve ırkçı tutumlar bütün kesimleri içerecek şekilde hayata geçmektedir.
Kuşkusuz Hollanda, Almanya ve diğer tüm AB ülkelerine yayılacak şekilde devam eden diplomatik kriz bir anda durulmayacaktır. Ancak bu kriz yapay değil, oldukça gerçek ve politik karşılığı olan bir özelliğe sahiptir. Bu gerginlikte Türk hakim sınıflarının “söylem” ve “şovenizmi pekiştirme” dışında ellerinin zayıf olduğu açıktır. Ki Hollanda’da aşağılanan, küçük düşürülen bakanına karşı alabildiği yaptırım ve tedbirler komiktir. İşte TC’nin yaptırım kararları: 1-İzinli olarak yurt dışında bulunan Hollanda büyükelçisinin dönmemesi kararlaştırıldı. 2-Üst düzey resmi görüşmeler, yapılanlar telafi edilene kadar askıya alındı. 3-27 Aralıkta diplomatik uçuşlara verilen toplu izinler iptal edildi. Sadece diplomatlara ilişkindir, Hollanda vatandaşlarına bir kısıtlama söz konusu değildir. 4-TBMM ile Hollanda parlamentosu arasındaki dostluk grubunun iptal edilmesi konusunda TBMM’ye tavsiye kararı sunulacak. Bu dört yaptırıma karşı Hollanda Başbakanı Mark Rute sadece dalga geçecek şekilde ifadeler kullanmıştır. “Hollanda’nın kızması için daha fazla neden varken Türkiye’nin yaptırım uygulaması tuhaf. Türkiye’nin yeni yaptırımları çok da kötü değil”(14,03,2017 Basından) diyerek alay etmiştir.
Bu krizin çok uzun vadeli süremeyeceği açıktır. Ancak Türk devletinin suratına ciddi bir çizik atılmıştır. Var olan bu gelişmeler karşısında faşist diktatörlüğün dış işleri bakanı M.Çavuşoğlu hala “göç anlaşmasına karşı vize serbestisi hayata geçirilmeli. Aksi takdirde göç anlaşmasını lağvedeceğiz”(14,03,2010 basından) diyerek elindeki kozu kullanmaya çalışmaktadır. Nihayetinde TC özellikle Ortadoğu’daki gelişmelerde izlediği siyasetle, emperyalist odaklar arasındaki çelişkilerden azami oranda faydalanma tutumuyla ciddi sorunlara zemin sunacak bir durum yaratmıştır. Elindeki kozların kullanım değeri hala var olsa da, bunları sonuç alıcı ve kendisi için belirleyici şekilde kullanma olanaklarına sahip değildir. Zira aşık attığı güçler bağımlı olmaya mahkum olduğu emperyalistlerdir. Bu sorunlar karşısında zararlı çıkması kaçınılmazdır. Bu süreçte de tıpkı Rusya ile ilişkilerini tamir etmek için geri adım attığı gibi benzer bir tutumu benimseyecektir.