AGEB bileşeni olan İsviçre Türkiyeli İşçiler Federasyonu – İTİF Covid-19 (Korona virüsü )salgını sürecine yönelik İsviçre özgülünde çok kapsamlı bir araştırma ve perspektif yazısını bir broşür olarak yayınladı.
Bir alan çalışması olarak örnek teşkil edecek bu çalışma, Covid-19 pandemi sürecinde emperyalist- kapitalist sistemlerin durumunu ve sürece nasıl yaklaştıklarını ve sağlık sistemlerinin ne durumda olduğunu ortaya koyarken, aynı zamanda bu sürecin, kadın, gençlik, işçi sınıfı ve mülteciler üzerindeki etkisini de ele almaktadır. Bu broşürü tüm devrimci-demokratik çevrelerin de yararlanabilmesi için olduğu gibi yayınlıyoruz.
Broşürü PDF olarak bu Link den indirebilinir.
Link:İTİF BROŞÜRÜ LİNK -indir
“Merhaba.
İsviçre Türkiyeli İşçiler Federasyonu olarak hepinizi selamlıyoruz. Bu broşürümüzün ana konusu hepimizin yaşamına direkt etki eden ve bir süredir fiziksel anlamda bir araya gelmemizi, derneklerimizi açmamızı, faaliyetlerimizi planlamayı engelleyen Covid-19 adı verilen Korona salgınıdır. Yaşamı bu derece etkisi altına alan bu soruna elbette Federasyonumuz ve bağlı bileşenleri de kayıtsız kalmadı. Tüm zor koşullara rağmen kapitalizmi teşhir eden sokak etkinlikleri yapılmaya çalışılırken, diğer taraftan da eksik de olsa, teknolojinin olanaklarını da kullanarak, üye ve taraftarlarımızla ilişkimizi devam ettirmeye çalıştık.
Bu süreci emperyalist-kapitalistlerin nasıl yönetmeye çalıştıkları hepimizin malumu. Korona salgınıyla ilgili yüzlerce, binlerce sayfalık yazılar, görseller çıktı, çıkmaya da devam ediyor. Biz bu broşürde tekrar bu süreci uzun uzun ele almak yerine, yaşadığımız İsviçre`de bu süreçte neler olduğunu ele aldık. Bu anlamıyla daha somut sorun ve sıkıntıları işlemeye çalıştık.
2020 yılının şu ana kadarki ilk 6 ayını, Korona virüsünün yıkıcı etkisiyle karşıladık ve yaşadık. Çin’ìn Vuhan kentinde ortaya çıkan ve kısa bir süre içinde dünyanın büyük bir bölümünü (yaklaşık 200 ülke) etkisi altına alan Covid-19 adı verilen Korona virüsü, günlük yaşamdan, üretime ve ticarete, sağlık sisteminden, eğitim sistemine hayatın her alanını etkisi altına almıştır. Bu salgının kısa sürede bu kadar hızlı yayılması ve hayatı durma noktasına getirmesi birçok ülkenin değişik tedbirler almasını da beraberinde getirdi. Ancak bu tedbirler ve müdahaleler, öncesi ve sonrasıyla hem kapitalist-emperyalist sistemlerin gerek sağlık, gerekse de halk sağlığını koruma altında nasıl bir hazırlık yaptığını, neyi esas aldığını da açığa çıkarmış oldu.
Emperyalist-kapitalist sistemleri adeta dize getiren bu virüs, kapitalist sağlık sistemlerinin nasıl işlediğini, kime hizmet ettiğini ve nasıl yetersiz kaldığını bir kez daha bizlere gösterirken; tüm dünya da artık bu kapitalist sistemlerle yürünüp yürünmeyeceği tartışılır hale geldi. Mesela bu süreçte, dünyanın en pahalı sağlık ve sigorta sistemlerinden birine sahip olan İsviçre`de, sağlık alanında ciddi açıklar ortaya çıktı. Yeterli test kitinin olmaması nedeniyle birçok kişiye hastalık belirtisi olmasına rağmen test yapılmaması, yeterli yoğun bakım ünitesi ve sağlık çalışanının olmaması vb vb gibi birçok aksaklık açığa çıktı.
Broşürümüz içinde „İsviçre`de Covid-19 salgınının sağlık sistemi üzerindeki etkisi“ başlığı altında bu konuyu işledik. Buradan daha ayrıntılı bir şekilde emperyalist-kapitalistlerin sağlık sisteminin durumunu okuyabilirsiniz.
Broşürümüzün bir diğer önemli konusunu ise; „Pandemisi Sürecinde İsviçre’ de İşçi Sınıfı ve Emekçilerin Durumu“ başlığı altında inceledik. Alınan önlemlerin işçi ve emekçilere yansımasının ne olduğu, bunun sonuçlarının neye mal olacağı, İsviçre`deki sendikaların ve göçmenlerin durumu, onların bu süreçte aldığı pozisyon vb birçok konunun işlendiği bu başlığı da ilgiyle okuyacağınızı düşünüyoruz.
Yine broşürümüzde „Covid-19 Pandemisi Sürecinde İsviçre’deki İltica Kampları ve Mültecilerin Durumu“ başlığı altında, bu süreçte kamplarda yaşananlara, yapılması gerekenlere ve yapılmayanlara göz atmaya çalıştık.
Korona salgını sürecinin açığa çıkardığı sıkıntılardan biri de eğitim alanındadır. Okulların tatil edilmesiyle birlikte, evden eğitim sistemi devreye girdi. Özellikle göçmen aileleri dile yeterince hakim olmamalarından kaynaklı bu süreçte ciddi sıkıntılar yaşadılar. Ev ortamının okul ortamı gibi olmaması, birçok göçmen ailenin yeterli büyüklükte evlerinin olmaması, çocukların konsantre olamamasına neden olurken, aileler ve çocuklar arasında da gerilimlere ve çocuklara şiddet vakalarına neden olmuştur. Bu konuda da İsviçre devleti ciddi derecede hazırlıksız yakalanmıştır.
Bu konu, „Korona Sürecinde Eğitim Alanında Yaşanan Sorunlar” baslığı altında islendi. Eğitim sisteminin durumu ve kapitalistlerin bu sürece yükledikleri misyonları da bu başlık altında okuyabilirsiniz.
Bu sürecin en büyük mağdurları her zaman olduğu gibi yine kadınlar olmuşlardır. Serbest dolaşım ve sokağa çıkmayla ilgili belli kısıtlamalardan kaynaklı aylardır evde kalınmaktadır. Bu süreçte kadınlar açısından hem görünmeyen emeğin iki katına çıkması ve daha fazla çalışması anlamında bir süreci getirirken, hem de kadına yönelik şiddet, cinayet ve tecavüzlerin arttığı bir süreç olarak da yaşanmıştır.
Bu konuyu da, „Pandemi Sürecinin Kadın Üzerindeki Etkileri“ başlığı altında inceledik.
Covid-19 pandemisi emperyalist-kapitalistlerin virüsüdür diyebiliriz. Çünkü bu sürecin yaratanı kapitalizmin aşırı kar hırsı sonucu aşırı üretimi ve bu üretim sürecinde verdiği zararlardır. Biz buradan bu Virüs laboratuarlarda mı üretildi tartışmasına girmeyeceğiz. Bu konuyla ilgili birçok komplo teorisi üretildi. Biz biliyoruz ki; nereden, nasıl çıkarsa çıksın, bu virüsün kaynağı kapitalist sistemdir.
Kapitalizm doğası gereği insana, doğaya, hayvana, güzel olan ne varsa ona düşmandır. Kapitalizmin tek bir amacı vardır, daha fazla kar etmek. Daha fazla kar etmek için de, vahşi bir şekilde önüne gelen her şeye saldırmakta, ihtiyacı olandan onlarca kat fazla üretim yapmaktadır. Bu aşırı üretim sürecinde doğaya, insana, hayvana ve bütün canlılara büyük zararlar vermekte, tahrip etmektedir. Bütün bunların sonucunda ise, bu tip salgınlar, virüsler açığa çıkıp hayatı felç etmektedir.
Kapitalist-emperyalistler, kendi ürünleri olan bu tür kriz dönemlerini bile kendi lehlerine çevirmek için ellerinden geleni yapmaktadırlar. Yaşadığımız İsviçre`de de yakın en şahit olduğumuz bu durum, kazanılmış haklara saldırı, işçi ve emekçileri görmezden gelen önlem almadan çalıştırma vb birçok farklı yönüyle bir saldırı ve sömürü şekline büründürülmüştür.
Son söz yerine, tüm eksikliklerine rağmen Federasyon olarak bu süreci nasıl ele aldığımızı işleyen bu broşürü sizlerin ilgisine sunuyoruz. Eleştiri ve önerileriniz bizler için önemlidir. Bu anlamıyla tüm üye ve taraftarlarımızın bu çalışmayı dikkatle okuması ve öneri ve eleştirilerini bizlerle paylaşması önemlidir.
Bir kez daha hepinizi selamlıyor, çalışmalarınızda başarılar diliyoruz.
İSVİÇRE TÜRKİYELİ İŞÇİLER FEDERASYONU
İsviçre’de Covid-19 salgınının sağlık sistemi üzerindeki etkisi
Aralık ayında Çin’de başlayıp çok kısa sürede Avrupa ve dünyanın neredeyse tamamına hızlıca yayılan Covid-19 pandemi vakası, 4 Milyonu geçkin insana bulaşmış, 300 binden fazla insan da Covid-19 ve sonuçlarından kaynaklı ölmüştür.
Vakaların ilk görüldüğü ve hızlıca yayıldığı ülkelerden biri de yaşadığımız İsviçre’dir. Özellikle İsviçre’nin İtalya’ya sınır olması ve Şubat tatilinde havaların sıcak olmasından kaynaklı, birçok kişinin İtalya’ya tatile gitmesi ve bunların geri gelmesi, salgının İsviçre`de yayılmasına neden oldu. İsviçre`de ilk vakalar Mart başında görülmeye başlandı ve hızlıca bu rakamlar yükseldi.
Çin’de Aralık ayında yoğun olarak başlayan salgın, diğer ülkelerde yeterince ciddiye alınmayıp daha önceki SARS, MERS vakaları gibi bölgesel kalacağı ve atlatılacağı düşüncesi ve rahatlığıyla gevşek bir politika izlenmesine neden oldu. Özelikle bu iki salgında yapılan önlem amaçlı harcamaların boşa çıkması, devletlerin bu salgına karşı daha rahat davranmasına neden oldu. Fakat SARS ve MERS gibi Covid-19 salgını önlenememiş, lokal olmaktan çıkıp tüm dünyaya yayılmıştır.
Burada sağlık alanında alınan önlemler ya da yapılanları ve yapılmayanları İsviçre boyutuyla ele alacağız.
İsviçre Avrupa’nın en pahalı sağlık ve sigorta sistemine sahip bir ülkedir. Halkın bütçesinin büyük bir kısmının sağlık ve sigorta giderlerine gittiği bir gerçekliktir. İsviçre’de bir kişi ortalama 500 Frank kadar özel sağlık sigortası ödemekte, bu sigorta birçok ilaç ve tedaviyi kapsamayıp, bu ilaç ve tedaviler için de ek sigortalar veya tamamlayıcı sigortalar yapmak zorunda kalmaktadır.
Sağlık sisteminde ciddi söz hakkı olan sigorta şirketleri, yazılacak ilaçtan, hastalık teşhisine, tedavinin yöntemine kadar neredeyse her şeye müdahil olmaktadırlar. Sigorta şirketleri, gidilecek doktoru bile kendileri seçmekte, aynı zamanda doktorlar üzerinde ciddi bir baskı uygulayıp, hastanın tedavi masraflarından kaçmak için her şeyi yapmaktadır. Dünyanın en iyi hastanelerinin olduğu İsviçre`de, tedavi ve yöntemleri sigortaların kontrolü ve inisiyatifinde olup, ödenen sigorta parası kadar hizmet alındığı bilinmektedir.
Yine 2000’li yıllardan itibaren uygulanan neo-liberal politikaların yansıması olarak, İsviçre’de sağlık sistemi gittikçe özeleştirilmiştir. Birçok kamusal sağlık hizmeti veren kurum ve kuruluş ya kapatılmış ya da özel şirketlere devredilmiştir. Bunun sonucunda da daha az personelle hizmet sunulmaya başlanılmıştır.
İsviçre’de aynı zamanda sağlık sektöründe çalışan 30 bine yakın sağlık elemanı, sınır ülkelerinden (Almanya, İtalya, Fransa, Avusturya) gelmektedirler. Bu durum İsviçre’nin komşularına birçok sektörde olduğu gibi, sağlık sisteminde de bağımlı olduğunu göstermektedir.
Bu gerçeklikte İsviçre Covid-19 salgınıyla karşı karşıya kalmıştır. Salgına karşı geç alınan önlemler ve alınacak önlemler de sermaye (kar) hedefli davranılması, salgının İsviçre’de hızlıca yayılmasına neden olmuş ve bu da sağlık sistemindeki tüm açıkları ve neo-liberal politikaların sonuçlarını ortaya çıkmıştır. Özelikle salgını tespit ve teşhis edecek yeterli testlerin olmamasından kaynaklı, İsviçre’de birçok kişiye test yapılmadan salgın teşhisi konup, karantina uygulanmıştır. Bu durum nedeniyle pandemiyle ilgili verilen istatistiklerin ne kadar doğru olduğu da tartışmalıdır. Yine yeterli düzeyde sağlık personeli ve yan hizmetleri sağlayacak çalışanların olmamasından, (ki 2012’den beli birçok kantonda sağlık sistemindeki liberal politikaların yansıması olarak işten çıkarmalar yapılmaktadır) kaynaklı tedaviler konusunda eksik kalınmıştır.
Hastanelerin bir salgın durumunda yetersizliği, gerekli solunum cihazının olmaması, yoğun bakım ünitelerinin yeterli kapasitede olmaması gibi bu süreçte açığa çıkan birçok önemli eksiklik, dünyanın en pahalı sağlık sigortasını ödediğimiz İsviçre için durumun vahimliğini ortaya koymaktadır.
İsviçre devleti 19 Mart itibarıyla birçok önlem almış, çeşitli yasaklamalar getirmiş ve ordudan hem sınır güvenliği hem de sağlık sistemi için yardım istemiş ve özel olarak görevlendirmiştir. İsviçre ordusu ve sivil savunma birimleri bu süreçte aktif olarak görev yapmış, ordunun depolarında bulunan binlerce solunum cihazı, yoğun bakım üniteleri ve belli hastanelerde kullanılmak üzere hükümete ve kantonlara aktarılmıştır. İsviçre’de 300 ile 500 arasında bulunan yoğun bakım ve solunum üniteleri, 3000’e kadar çıkarılmıştır. Alınan tedbirler ve karantina koşulları İsviçre’de yoğun bakımlarda yoğunluğa neden olmamıştır.
Burada asıl sorun ise; yakın tarihinde hiçbir savaş görmeyen veya herhangi bir tehdit unsuru olmayan İsviçre devletinin ordusunda bulunan cihazların, ekipmanların, bugün halka hizmet veren sağlık kurumlarının elinde olmamasıdır. Bu ayrıntıyı ya da sorgulamayı göz ardı eden yetkililer ve basın kuruluşları, bu salgında ordunun önemini vurgulayan militarist açıklamalar yapmakta ve orduyu öne çıkarmaktadırlar.
Yine bu süreçte dikkat çeken bir diğer yön ise; birçok okulun kapatılmasına rağmen, bazı meslek okullarının maske vb. önleyici tedbirler üretmek için açık tutulmuş ve yoğun bir üretim yapmış olmasıdır. Bir yönüyle var olan açığı kapatmak için iyi görünen bu durum, burada çalışan gençlerin sağlık koşulları ve yoğun emek sömürüsü düşünüldüğünde, kapitalizmin her durumu fırsata çeviren azgın kar hırsının somut bir göstergesi olarak çarpıcı bir örnek olmaktadır.
Sonuç olarak; alınan geç önlemler, yetersiz ekipman ve personel gerçekliği, bu salgına hazırlıksız “yakalanan” İsviçre’de, bugüne kadar 300 bin kişinin resmi olarak Covid-19 pandemisine yakalandığını göstermektedir. 1595 kişi ise şu ana kadar Covid-19 kaynaklı ölmüştür. (Yukarıda da vurguladığımız gibi, bu rakamların ne kadar doğru olduğu tartışmalıdır, çünkü bu rakamlar sadece test yapılanlara aittir.) Tüm yetersizliğine rağmen, İsviçre, tedavi oranı yüzde 86 ile dünyada birinci sırayı almıştır. Yine sosyal bilinç ve İsviçre’deki halkın kendi önlemlerini bireysel çabayla almasıyla salgın resmi rakamlara göre çok ciddi boyuta ulaşmamıştır. Buna rağmen bu rakamlar bile nüfusa göre kıyaslandığında yüksek rakamlardır. Buradan dünyanın dört bir yanında olduğu gibi, İsviçre’de de sağlık emekçilerinin (tüm olumsuz çalışma koşulları ve risklere rağmen) bu süreçte ciddi bir özveri göstermiş olduğunu söylememiz ve haklarını teslim etmemiz gerekmektedir.
Covid-19 salgını dünyanın dört bir yanında olduğu gibi, İsviçre’de de sağlık sektöründeki devletlerin neo-liberal patikalarının sonuçlarını en ağır şekilde yaşadığı gerçekliğini açığa çıkarmıştır. Gelecek süreçte sağlık sisteminin, halkçı sağlık sistemine yönelmesi konusunda bizlere daha ciddi boyutta görevler düşmektedir. Sigortaların, ilaç tekellerinin söz hakkı olduğu bir sağlık sistemi değil, önleyici tedbirlerin alındığı, sürdürülebilir ve bilimsel bir sağlık sisteminin tüm dünyada olduğu kadar İsviçre’de de zorunlu olduğu, sağlığın bir hak olduğu ve herkese eşit, bilimsel, koşulsuz, ücretsiz sağlık hizmeti verilmesi gerektiği konusu mücadelemizin önemli bir alanı olmalıdır.
Pandemi Sürecinin Kadın Üzerindeki Etkileri
Özellikle son yıllarda İsviçre’de kadına yönelik şiddet ve cinayet olaylarının arttığına tanıklık etmekteyiz. Bu durum, demokrasi ve kadın hakları konusunda çok ileri olduğu söylenen İsviçre`nin, aslında bu konuda ne kadar geri olduğunu göstermektedir. Alınan önlemler ve verilen cezaların caydırıcı olmaması, kapitalist üretim ilişkileri ve toplumsal baskının yarattığı stres ve olumsuz ruh hali, cinsiyetçi, erkek egemen sistemin yoğun baskısı gibi birçok faktör bu cinayetleri ve şiddeti çoğaltmıştır. İsviçre’de kadınların kendi hakları için yaptıkları eylem, etkinlik ve grevler ise, büyük bir tahammülsüzlükle karşılanmıştır.
Olağanüstü haller, savaşlar, kıtlık ve salgın hastalıklar süreçlerinin en büyük mağdurları her zaman kadınlar olmuştur. Savaşlarda “ganimet”olarak değerlendirilen, tecavüze, tacize, işkenceye maruz bırakılan kadınlar, kıtlık dönemlerinde açlığa mahkum edilmekte, hastalık dönemlerinde ise, emek sömürüsü ikiye katlanarak yoğun bir sömürüye maruz bırakılmaktadırlar.
Covid-19 pandemi sürecinin büyük mağdurları yine kadınlar olmuştur. Zaten görünmeyen ev içi emekleri, bu süreçte çocukların ve eşlerin evde kalmalarından kaynaklı, iki katına çıkmıştır. Yemek, çamaşır, ütü, alışveriş vb şeyler kadının göreviymiş gibi onun sırtına yüklenmişken, bu süreçte bu daha da katlanmıştır.
Çocuk bakımı hala esas olarak kadınların elinde olduğundan, çalışan birçok anne, çocuklarına bakmak için korona sürecinde evinde kalıp işe gidememiştir. Daha önceki deneyimler, günlük işlerde bu tür durumların (bir süre ise gitmeme) genellikle uzun vadeli sonuçları olduğunu göstermiştir. Bu, mevcut işlerin kaybedilmesi anlamına gelmektedir. Mevcut sistemde ise gitmemenin mazereti yoktur ve hemen yerine yenisi bulunacaktır. Bu sorunla ilgili olarak İsviçre, kadınlara doğum izni veren ülkeler sıralamasında sonlarda gelmektedir. Birçok kadın bu yüzden de işini kaybetmektedir. Yapılan istatistiklere göre, işini kaybeden kadınların oranı yüzde 17 ila 21 arasındadır. Bu genel durum düşünüldüğünde oldukça yüksek bir rakamdır.
Korona virüsü nedeniyle ekonomik durumu kötüleşen kadınlar, sonuçta eşlerine ekonomik olarak daha bağımlı hale gelmiştir. Bu durumda birçok kadın güvencesizlik, ekonomik kaygılar vb birçok nedenden kaynaklı, aile içi şiddet, cinsel şiddet, taciz ve tecavüz gibi birçok şeye maruz kaldıklarında sessiz kalmaktadır. Özellikle bu süreçte artan şiddet ve tecavüz olaylarının önemli bir kesiminin yansıtılmadığı/yansıtılamadığı bir gerçekliktir.
İsviçre’de çalışan kadınlar birçok ülkede olduğu gibi, erkeklerle aynı işi yapmalarına rağmen daha düşük ücret almaktadır. Yıllardır bunun mücadelesini veren kadınlar, her defasında devletin anti-demokratik uygulamalarına maruz kalmaktadır. Dolayısıyla “demokrat” olduğu söylenen İsviçre`nin, mesele kadın olunca söylenenlerin aksine hiç de demokrat olmadığı görülmektedir.
Covid-19 pandemi sürecinden en fazla etkilenenlerin kadınlar olduğunu söylemiştik. Bu genel bir söylemin ötesinde, mevcut gerçekliği göstermektedir. İsviçre`de birçok iş yeri Mart ayı ortasında kapatılırken, temizlik, hasta ve yaşlı bakımı (Pflege), eczaneler, marketler ve gıda üretim ve satış yerleri vb yerler kapatılmamıştır. Bu sektörlerin hepsinde büyük oranda kadınlar çalışmaktadır. Yapılan araştırmalarda yaklaşık olarak hasta ve yaşlı bakımevleri, evler ve hastanelerde çalışanların yüzde 86`sı, çocuk bakımında (Ana Okulu, Kreş vb.) çalışanların yüzde 92`sı, satış bölümlerinin dörtte üçü ve eczanelerde çalışanların üçte ikisi kadınlardan oluşmaktadır. Bu süreçte kesintisiz olarak çalışan kadınlar, hem gerekli hijyen ortamından uzak, hastalıkla baş başa bırakılmıştır hem de bu süreçte düşük ücretle, daha çok çalışmak zorunda kalmıştır.
Eşitsizliğin, adaletsizliğin çıplak bir fotoğrafı niteliğinde olan bu durum, kadınların daha fazla hak arama mücadelesine yönelmelerini beraberinde getirmektedir. Sistem tarafından bu süreçte yukarıda ortaya koyduğumuz meslek guruplarında çalışan kadınlar alkışlatılmaktadırlar ancak bu iki yüzlü bir politikadan başka bir şey değildir. İşgücünün çoğunu omuzlarında taşıyan kadınlar, yaşamda, çalışma alanlarında, evlerde ikinci sınıf olarak görülmeye, yoğun bir şekilde sömürülmeye devam etmektedir.
Sonuç olarak; sürecin en çok etkilenen kadınların şu talepleri önemlidir.
Eşit işe eşit ücret.
Ücretli ve yeterli doğum izni.
Ücretsiz Kreş.
Korona Sürecinde Eğitim Alanında Yaşanan Sorunlar
Bu bölümde Korona pandemisiyle birlikte İsviçre’de eğitim alanında yaşanan gelişmeleri, alınan önlemleri ve bu alanda çalışan eğitim emekçilerinin. Öğrencilerin ve ebeveynlerin süreçten nasıl etkilendiğine yönelik kısa bir değerlendirme yapacağız.
Her şeyde olduğu gibi, eğitim alanı da kapitalist sistemin üretim süreci ve ihtiyacına göre şekillendirilmiştir. Hedefinde artı-değerin realizasyonu için eğitimli-kalifiyeli işgücü yetiştirmek ve emek sömürüsünü gerçekleştirmek vardır. Önlem alınan alanların başında herkesin aşikâr olduğu gibi okullar da gelmektedir. Öncelikle federal hükümet ve hemen ardından bütün kantonlar yayınladıkları genelgelerle İsviçre genelinde bütün okulların 13 Mart 2020 tarihinden itibaren kapatılmasını öngörüyordu. İlk yayınlanan genelgeyle bütün eğitim kurumlarında (üniversiteler dahil bütün devlet ve özel eğitim kurumları) eğitime 19 Nisan tarihine kadar ara verildiği açıklanmış ve ardından bu alınan önlem, Nisan ayının sonuna ve son olarak da 10 Mayıs’a kadar uzatılmıştır. Kademeli bir şekilde alınan önlemleri gevşetme kararı alan federal hükümet, 11 Mayıs tarihi itibariyle ilk ve orta okulların eğitime kaldıkları yerden devam edebileceklerini belirtmiştir. Diğer eğitim kurumlarının ise yani liseler, üniversitelerin ve diğer yüksek eğitim kurumlarının 8 Haziran tarihi itibariyle tekrardan eğitime kaldıkları yerden devam edebilecekleri kamuoyuna duyurulmuştur. Peki eğitime ara verilen süreç içerisinde eğitim alanında neler yaşandı? Ve bizim bu yaşanan tabloya karşı bakış açımız ve taleplerimiz nelerdi?
Bu süreçte bütün okullar çok hızlı bir şekilde uzaktan eğitim diye tabir ettiğimiz bir sisteme geçiş yapmışlardır. Uzaktan eğitim sadece öğrenciler ve çocukları eğitim gören aileler açısından değil aynı zamanda eğitim kurumları ve eğitim emekçileri açısından bir yandan alışık olmadıkları olağanüstü bir durum, bir yandan da paradigma halini almıştır. Peki bu uzaktan eğitim sistemi nasıl işliyordu. Bunu en basit ve yalın diliyle şu şekilde özetleyebiliriz: Eğitim kurumları ve eğitimciler çok kısa bir süre içerisinde (birkaç gün diye ifade edebileceğimiz bir süreç içerisinde) uzaktan eğitime derhal başlayabilmek için ellerinde var olan online platformlar aracılığıyla öğrencileriyle iletişim kurmaya çalışmışlardır. Bunu yaparken bugüne kadar zaten kullandıkları okul içi online platforma ek olarak iletişimi daha da işleyebilir hale getirebilmek için mailler, telekonferanslar, whatssap ve bazı okullarda posta aracılığıyla öğrencileriyle iletişim içerisinde olmaya çalışmışlardır. Yani evde derslerin devam edebilmesi için online platformlar oluşturulup, günlük videolar, telekonferanslar ve benzeri araçlarla müfredat işletilmeye çalışılmıştır. Bu iletişim süreci genel anlamda sadece “iletişim” anlamında bakıldığında kısmi olarak iyi işletilmiştir. Fakat bu süreçte yaşanan sorunlar ve dijital eğitimin dezavantajları kamuoyuna yansıyanların aksine ciddi bir boyut almıştır. Bu sorunları kısaca şu şekilde sıralayabiliriz:
1- Normal koşullarda var olan eğitimdeki eşitsizlik, uzaktan eğitim ile birlikte iyice çekilmez bir hale gelmiştir. Neden mi? Okuldaki başarı oranı yüksek öğrenciler, bu süreci hem kendi istek ve becerileri hem de ebeveynlerinin (ki bu ebeveynlerin büyük çoğunluğu yüksek öğrenim gören ve dil ve teknoloji ile haşır neşir olan bir karakteristik özelliğe sahiptirler) desteği ile en az müfredat açığı ile atlatma imkanına sahipken, okuduğunu dil vb. sorunlardan kaynaklı olarak kavramada ve verilen ödevi anlamakta zorlanan öğrenciler, uzaktan dijital eğitim ile tamamen altından kalkamayacağı bir yüke maruz bırakılmışlardır. Dil, teknoloji, bilim vb. noktalarda yeterli olmayan ve ailelerinin de bu konularda yeterli desteği verecek donanıma sahip olmamaları, yoksul emekçilerin, özellikle de göçmen emekçilerin çocuklarını ciddi anlamda olumsuz etkilemektedir. Ve bu durum, bu öğrencileri psikolojik vb. anlamlarda da ciddi sorunlara sevk etmektedir. Ancak dil noktasında sorun yaşamayan öğrencilerin, dersleri anlama ve adapte olmada ciddi sıkıntılar yaşamadığına da tanığız.
Çünkü okulda normal koşularda kendilerine göre daha başarılı olan öğrencilere yetişme çabası içerisinde olan bu çocuklar, zaten kendilerini bir “at yarısındaymış” gibi hissederken, dijital eğitim ile birlikte okul içerisinde yardım alabilecekleri bir ortamdan maruz bırakılarak, bu “yarış” içerisinde kendilerinin çok daha geriye düştüklerini hissetmişlerdir. Anlayamadıkları veya geri kaldıkları noktada danışabilecekleri ne sınıf arkadaşları ne öğretmenleri ne de gurup çalışması yapacakları başka öğrenciler vardı onlar için. Geri kaldıkları noktalarda ek ders alabilme olanakları da tamamen ortadan kalkmıştı. Zorlandıkları noktalarda danışabilecekleri bir tek ebeveynleri kalmıştı. Birçok ebeveynin dile hakim olmadığını, çalıştığını veya farklı sorumluluklardan kaynaklı gereken zamanı çocuklarının ev ödevleri için ayıramayacakları gerçekliğini de göz önünde bulundurduğumuzda bu öğrencilerin derslerinde ilerleme kaydetmek için yardım alabilecekleri kimsenin kalmadığı gerçekliğiyle baş başa kalmış oluyoruz. Bu gerçeklik özellikle eğitim düzeyi düşük olan İsviçreli ailelerde ve hayatın diğer alanlarında da eşitsizlikle yaşamak zorunda bırakılmış göçmen ailelerinin çocuklarında daha da açık bir şekilde kendini göstermiştir.
Söylediklerimizin daha iyi anlaşılması için kısa bir istatiksel bilgiyle devam edelim. İsviçre federal hükümetinin istatistiksel verilerine göre İsviçre genelinde yüksek öğrenim görenlerin yaklaşık %43 gibi büyük bir oranı, akademisyen ailelerin çocuklarından oluşuyor. Ortaokul mezunu ailelerin çocukları ise 7,5%lik bir oranla kendilerine yüksek öğrenim kurumlarında yer bulabiliyorlar. Başta göçmen ebeveynlerin çocukları olmak üzere, emekçi ailelerin çocuklarının bu tablo içerisinde nerede durduklarını tahmin etmek hiçbirimiz açısından zor olmasa gerek. Bu, İsviçre’nin ciddi toplumsal bir sorunudur. Uzaktan dijital eğitim, işe bu toplumsal sorunu perçinlemekle kalmıyor, aynı zamanda şans eşitsizliğinin daha da açılmasının yolunu açıyor ve bu eşitsizliğin çok daha hızlı bir tempoyla yoluna devam edebilmesine neden oluyor. Yani eğitim oranı düşük olan ya da ülkenin diline hakim olmayan göçmen ailelerin çocukları, uzaktan eğitim ile iyi bir eğitimden daha da uzaklaşmış oluyorlar.
Anne-babaların ders içeriği bakımından kendi eğitim seviyeleri oranında çocuklarına destek olabilecekleri gerçekliğinin, İsviçre devleti tarafından (aldıkları önlemlere bakıldığında) fazlasıyla göz ardı edildiğini görüyoruz.
2- Unutulmaması gereken önemli noktalardan bir tanesi de şudur; uzaktan dijital eğitim, eğitimcilerin ve bu eğitim emekçilerinin örgütlü oldukları sendikaların bu süreçte yaptıkları açıklamalarda da görebileceğimiz gibi, hiçbir şekilde eğitim kurumlarında verilen eğitime karşılık gelemeyecektir. Yani öğrencilerin isteklerine karşılık verebilecek bir sistem değildir. Hem verilen eğitimin içeriği ve kalitesi hem de sosyalleşme olanakları ve öğrencilerin psikolojik gelişmeleri bakımından çok sancılı bir süreç olduğu yaşanan gerçekliğin diğer bir yüzüdür. Okul sıralarında anlayamadıkları bir konu hakkında günün her anı sıra arkadaşlarından, okuldaki diğer arkadaşlarından veya öğretmenlerinden yardım alabilme imkanı olan öğrenciler, bu imkanlara şu anki süreçte sahip değillerdir. Bunun bir de sosyalleşme noktası var tabi ki. Hem ders esnasında hem de teneffüslerde veya okul dışı zamanlarda sosyalleşme olanağına sahip olan ve bu olanaklar sayesinde kendilerini bulundukları ortamın ve gurubun bir öznesi olarak ve bulundukları toplumun bir parçası olarak tanımlayan öğrenciler, uzaktan dijital eğitimle bu sosyalleşme ihtiyaçlarını maalesef online platformlarda gidermeye çalışmışlardır. Yararından çok zararı olan, zaman öldürmeye hizmet eden birçok online platform, öğrencilerin disiplinli bir şekilde ders çalışmalarının önüne set olarak çıkmaktadır.
3- Uzaktan dijital eğitim sistemi, özellikle öğrencilere sunulan dijital platformlar göz önünde bulundurulduğunda, öğrenciler açısından farklı sorunları da karşımıza çıkarmaktadır. Bilgisayar ve akıllı cep telefonlarını normal koşullarda da gerektiğinden fazlasıyla kullanan ya da kullanmak zorunda bırakılan öğrenciler, dijital eğitimle birlikte bu süreçte olağanüstü bir yoğunlukla amacının çok dışında kullanılmaya başlamışlardır. Bu araçlar öyle bir sıklıkla kullanılmaya başlanmıştır ki, artık kontrol öğrencilerin elinden çıkıp, el değiştirerek teknolojik aletlerin eline geçmiştir. Özellikle sosyalleşme konusunda sorun yaşayan öğrencilerin bu süreçte çok daha fazla içine çekilip bu dijital platformlar, kendilerine sosyalleşmenin en iyi “alternatifi” olarak sunulmuş oluyor. Bu tür öğrencilerin bu süreç içerisinde psikolojik olarak ne derecede sorun yaşayabileceklerini tahmin etmek çok zor olmasa gerek.
4- Bir diğer sorun ise eğitime ara verilen bu süreçte, günlük hayatta ebeveynlerinin yardımına ihtiyacı olan çocuk yaşta olan öğrencilerin (kindergarten ve ilk okul çağındaki çocukların) bakımlarının nasıl yapılması gerektiği meselesiydi. Ebeveynlerin ikisinin de çalışmak zorunda olduğu ailelerde bu süreçte bu çocukların hangi koşullar altında, kim tarafından ve hangi olanaklarla bakımının yapılması gerektiğinin sorumluluğunu devlet, bu ebeveynlerin omuzlarına büyük bir yük olarak bırakmıştır. Böyle büyük bir sorumlulukla kendi başlarına bırakılan birçok aile, kendi imkanlarını zorlayarak bu çıkmaz sokaktan bir çıkış yolu arayışına girmek zorunda bırakılmıştır. Bazı belediye ve yerel yönetimlerin bu konuya son derece cüzi de olsa yardım etmeye yönelik yaklaşımları, böyle büyük bir sorunun çözümüne yardımcı olmasına kesinlikle yetmemiştir.
5- Bir diğer nokta ise eğitim emekçilerinin bu süreçte yaşadıkları sorunlar olmuştur. Sistem bugüne kadar dijital platformlarda eğitim verme donanımına sahip olmayan eğitimcilerden çok kısa süre içerisinde böyle bir donanıma sahip olmaları beklentisine girmiştir. Özellikle yaşı ilerlemiş, dijital araç ve platformlarla içli dışlı olmayan eğitimciler açısından bu durum, ciddi bir soruna dönüşmüştür. Süreci bütünüyle dikkate aldığımızda, birçok öğrencinin ve ebeveynlerinin yaşadıkları zorluklar, onları psikolojik anlamda da olumsuz etkileme potansiyeline sahiptir. Böyle zorlu bir süreçte özellikle psikolojik sorun yaşayan öğrenci ve ebeveynlere devlet kurumlarının ücretsiz ve ihtiyaca karşılık sunabilecek herhangi bir psikolojik destek olma çabaları istisnalar haricinde sunulmamıştır.
6- Bu süreçte özellikle maske, dezenfektan vb maddeleri üreten alanlarda mesleki eğitim gören gençler, daha fazla çalışmak zorunda kalmışlardır. Normal koşullarda meslek yapan gençler, zaten yoğun bir emek sömürüsüne maruz kalırlarken, bu durum bu süreçte daha da katlanmıştır. Yine bu yıl Mesleğe başlayacak gençler için ise durum karmaşıklığını korumaktadır.
Covid-19 Pandemi Sürecinde İsviçre’deki İltica Kampları ve Mültecilerin Durumu
“Herkesin, sürekli baskı altında tutulduğunda, başka ülkelere sığınma ve kabul edilme hakkı vardır.” (İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi Madde 14/1)
Mültecilik; yaşadığı topraklarda ırk, din, sosyal, kültürel, ekonomik, ulusal kimlik ve siyasal düşüncelerinden kaynaklı baskı ve can güvenliği olmaması ve tüm bunlardan dolayı vatanını terk etmek zorunda kalan bireylerin farklı ülkelere sığınmasını tanımlayan bir kavramdır.
Gerek yaşadıkları ülkelerin politikalarından kaynaklı her türlü baskı ve insanca yaşama olanakları ellerinden alınan, gerekse de emperyalist haydutların işgalleri, katliam ve haksız savaşları sonucunda yağma ve talan edilen, yaşanılmaz kılınan ülkelerini terk etmek zorunda bırakılan ve başlıca amacı “insanca yaşamak” olan mülteciler için sığındıkları ülkelerde de sonuç pek umulduğu/beklenildiği gibi olmamaktadır. “Yabancı(!)” olmanın ağırlığı daha ilk günden iliklerinde hissettirilen mülteciler için esaret buralarda da sürmektedir. Yollarda ölüme terk edilmekte, yüzer yüzer bindikleri botları kasıtlı batırılmakta, sınır boylarında alenen kurşunlanmaktadırlar. Sığınmak zorunda kaldıkları ülkelerde ise ırkçılık, aşağılanma, horlanma, psikolojik şiddet ve hatta zaman zaman da fiziki şiddet yaşamlarının bir parçası olmaya devam etmektedir.
Diğer Avrupa ülkelerinde olduğu gibi yaşadığımız İsviçre’de de mülteci yaşam koşulları ve kampların durumunun “Nazi toplama kampları” ile büyük ölçüde benzerlikler taşıması tesadüf değil, bilakis, egemen burjuva sınıfın halkları sindirme, öğütme ve tepkisizleştirme politikalarının bir yansımasıdır. Günlük 3.5-4 Frank harcırah verilen kamplarda (kıyaslama ve bilgi açısından örneğin; tek gidiş tramvay bileti 3.30 ila 4.40 Frank arasındadır) ücretsiz çalışmak zorunludur ve bu kurala uymayanlar ise doğallığında kamptan dışarı çıkamama, para cezası gibi yaptırımlara maruz bırakılmaktadır. Kamplara giriş-çıkışlar izine tabi olup, kimlik, imza ve gidilecek yerin adresi dahil kayıt altına alınmaktadır. Bu kampların birçoğu yer altında bodrum ya da sığınak tabir edebileceğimiz, tamamen sağlıksız ortamlardır. Şu an İsviçre’de birçok kamp, özel şirketlere devredilmiştir. Kapitalist üretim ve çalışma anlayışının hakim olduğu bu şirketlerin aşırı kar hırsıyla hareket etmeleri, buradaki yaşam koşullarını daha da kötüleştirmekte, insani yaşam koşullarını bir kenara itmektedir.
Covid-19 Salgınıyla Birlikte Kamplardaki Yaşayan Mültecilerin Durumu
Kamplar normal zamanlarda dahi bu derece sağlıksız ve vahim iken Covid-19 salgını süresince mülteciler tam anlamıyla kaderlerine terk edilmiş durumdadır. Birçok pratikten yola çıkarak yaptığımız inceleme ve gözlem sonucu, İsviçre’nin kamplara yönelik hiçbir önlem almadığı ve mültecilerin yaşamlarını adeta hiçe saydığı ortadadır. En temel ihtiyaç olan temizlik ve hijyen malzemeleri dahi ihtiyaç sahiplerine ya yeteri kadar verilmemekte ya da çok geç verilmektedir. Mart ayından itibaren “olağan üstü hal” koşullarının uygulandığı İsviçre’de, dış alanlar da dahi beş kişiden fazla yan yana gelenlere müdahale edilirken, kamplardaki 50 -100 hatta 200 kişi arasında değişen toplu yaşam alanlarının görmezden gelinmesi bir ihmal değil tercihtir. Öyle ki, buralarda toplu ve iç içe yaşayan mültecilerin yemekhaneyi, mutfağı, banyoyu ve tuvaleti toplu olarak kullanması, hijyenik açıdan olumsuz ve Covid-19 salgınına zemin hazırlayan en riskli yerlerdir. Bu süreci kamplarda geçirmek zorunda kalan mülteciler ile bire bir yapılan görüşmeler sonucunda birçok sorun tespit edilmiştir. Mevcut sorunların tespit edilenlerden çok daha fazla olduğunun altını çizerek, önemli gördüğümüz sorunlardan bir bölümünü buraya aktarıyoruz.
– Covid-19 salgını nedeniyle birçok SEM (Devlet Göç Sekreterliği) çalışanı izine ayrılmış ve tüm randevular iptal edilmiştir. Bundan kaynaklı ilk başvuruların yapıldığı merkezlerde yığılmalar olmuş, bazı merkezlerde 200 kişi bir arada yaşamak zorunda kalmıştır.
– Birçok kampta tuvalet, banyo, mutfak gibi toplu yaşam alanlarının temizliği tamamen kamplarda kalanların üzerine bırakılmış, bu da beraberinde önemli hijyen sorununa neden olmuştur.
– Kamp çalışanları ile mülteciler arasındaki dil problemi iletişimsizliğe neden olmakta, bu da mültecilerin derdini anlatma ve ihtiyaçlarını giderme noktasında sıkıntılar yaşamasına sebep olmaktadır.
– Pandemi sürecinde kamp yaşamındaki sağlıksız koşulların en çok kadın ve çocukları etkilediği tespit edilmiş, bu durum özellikle çocukların travma yaşamalarına sebep olmuştur.
– Özellikle yer altı kamplarının havasız ve aşırı nemli oluşu, salgın için büyük risk oluşturmasına rağmen hiçbir önlem alınmamıştır.
– Yaşlı ve kronik hastalıkları olan mülteciler için herhangi bir önlem alınmadığı görülmüştür.
– Olumsuz kararların verildiği dosyalara mültecilerin itirazda bulunmasında çeşitli zorluklarla karşılaşılmış, SEM çalışanlarının izinde olmasından kaynaklı avukatlara ve tercümanlara ulaşmalarında sorunlar yaşanmıştır.
– Yine Pandemi sürecinde insanların çeşitli kaygılarından dolayı verilen paraların yetersiz kalmasından kaynaklı yeterli beslenme sorunları da yaşanmıştır
Cenevre’deki bir kampta yaşayan bir mültecinin Korona test sonucunun pozitif çıkmasına rağmen kampa geri gönderilmesi, İsviçre’nin mültecilere yaklaşımında hiç de insani olmadığını bir kez daha gözler önüne sermiştir. Bunun gibi örneklendirebileceğimiz birçok sorun mevcuttur. Bu ve benzeri kötü koşulların ortadan kaldırılması için yapılan başvurular sonuç vermemiş ve çözüm sağlanamamıştır.
Önlem adı altında kamplarda başlatılan kimi uygulamalar cezaevlerini aratmamaktadır. Günde 3 kez imza zorunluluğu ve market, alış-veriş vs. gibi ihtiyaçlarını gidereceğin yerlere izin ile gidilmesi gibi uygulamaların olduğu bilinmektedir. Herhangi bir nedenden dolayı kampa dönüşün geciktiği (Kamplara giriş ve çıkış saatleri değişmektedir) hallerde mülteci, kampa alınmayarak gece vakti dışarıda bırakılmaktadır. Bu uygulamaları kalıcı hale getirmeye çalışan İsviçre, pilot bölge olarak da Bern Kantonu’nu kullanmaktadır.
Tüm bu sağlıksız ve insani olmayan koşulların bir an önce iyileştirilmesi gerekmektedir. Bizler İTİF aktivistleri olarak mültecilerin yaşam koşullarının iyileştirilmesi için çalışmalarımıza aralıksız devam edecek ve takipçisi olacağız.
Covid-19 salgını süresince sokak eylemlerimizde belirttiğimiz gibi sağlıksız kamplar derhal kapatılıp, buralarda yaşayan mülteciler evlere verilmeli ve virüs salgınına davetiye çıkaran kalabalık ortamlar bertaraf edilmelidir.
Yaşlı ve sağlık sorunu olan mülteciler bir an evvel sağlık kontrolü altına alınmalıdır.
Çocuk mültecilerin eğitim durumları ertelenmemeli ve eğitim ihtiyaçları derhal giderilmelidir.
Emeğe saygı gösterilmeli ve ücretsiz zorunlu çalıştırma uygulamasından vazgeçilmelidir.
Ortak yaşam alanlarında hijyenik koşullara maksimum özen gösterilmeli, temizlik ve bakımı yapılmalıdır.
Şu anki uygulama ile zorunlu ihtiyaçlarını dahi karşılayamayan mültecilere yapılan ödenekler artırılmalıdır.
Mültecileri baskılayan, kampa giriş ve çıkışlardaki imza ve ceza amaçlı yaptırımlardan vazgeçilmelidir. İnsanca yaşamak birilerinin bağışlayacağı bir lütuf değil, HAKTIR!
Biliyoruz ki, mültecilik bir tercih değildir. Tüm yaşam alanlarını ve yaşamsal değerleri fütursuzca elde etmeye çalışan, barbarlıkta sınır tanımayan ve bu amaçla dünyayı yaşanılmaz kılan emperyalist kapitalist sistem al-aşağı edilmedikçe mültecilik hep var olacaktır.
Covid-19 Pandemisi Sürecinde İsviçre’de İşçi Sınıfı ve Emekçilerin Durumu
Salgının İsviçre’de görüldüğü ilk vaka öncesi ve anında hiçbir önlem alma ihtiyacı duymayan İsviçre devleti, İsviçre burjuvazisinin istemleri çerçevesinde hareket ederek yaşamın normal seyrinde sürdürülmesini bilinçli olarak istemiştir. Birçok üretim ve çalışma alanı ciddi önlemler alınmaksızın çalışmaya devam ettirilmiştir.
Sektörel bazda en yoğun işçi istihdam eden inşaat, kimya-ilaç endüstrisi, araba yedek sanayii, metal, hizmet sektörleri, vb. tüm alanlar normal seyirlerinde rutin çalışmalarına devam ettirilmiştir. Bu, pandeminin yayılma hızının artması sonucu, 16 Mart’ta ülke çapında ilan edilen “Olağanüstü Hal” sonrasında bile durumda esasta bir değişiklik olmamıştır. OHAL ile ilk elden toplu etkinlikler, yürüyüş, kültürel-sportif etkinlikler yasaklanmış, okullar tatil edilmiş, sadece Gastronomi sektörü (take away ve evlere servis hariç), hizmet alanlarından kimi alanlar kapatılmıştır. Beyaz yakalılar diye ifade edeceğimiz büro çalışanları (kamu-özel) “Home Ofice” dedikleri sistemle evlerden çalışmalarına devam ettirilmiştir. Ancak ekonomik döngünün esasını oluşturan ve orta çaplı sanayi, inşaat, gıda ve perakende alanları, sağlık ve temizlik alanları, iletişim, lojistik, ulaşım alanları normal seyrinde üretim ve faaliyete devam etmiştir.
Özellikle büyük fabrikalar ve inşaat sektörü salgının en çok görüldüğü alanlar olması niteliğiyle ciddi riskler taşımasına rağmen kapatılmamıştır. Kamuoyunun, sendikaların, federal hükümet üzerinde baskı oluşturmasına rağmen federal hükümet bildiğini okuyarak üretime devam demiştir. Hükümet, kapitalistlerin istemiyle; “risk yoktur, zorunlu mesafe bırakılması durumunda kapatılmasını gerektirecek bir durum yoktur. Ekonomimizi öncelikli korumak, düşünmek zorundayız” diyerek geri adım atmamakta diretmektedir. Yüzlerce, binlerce işçinin yan yana toplu şekilde zorla çalıştırıldığı koşullarda ne gibi önlemden bahsedilebilir? Üretim ve çalışma alanlarının pandemiye göre ayarlanmadığına göre, hükümetin bahsettiği önlemlerinde burada hiçbir anlamı yoktur, büyük bir yalandır! Coop ve Migros gibi perakende satış alanında çalışan işçilerin korunma amaçlı maske takmalarının yasaklanmasına karşı Migros işçilerinin iş bırakma eylemi yapmaları sonucunda kimi bölgelerde maske takmanın kabul edilmesi durumu, kapitalistlerin, burjuva devletin işçi sınıfına bakışının açık resmi niteliğindedir. Ancak üretim ve çalışma alanlarının %80’ inde sağlıklı-güvenli çalışma ortamının sağlanmadığı rahatlıkla söylenebilir. Ancak tüm bunlara rağmen halkı maniple ederek, estirilen panik-korku ortamını da kullanan devlet-hükümet, algı oluşturarak kapitalistlerin karlarının gerçekleştirilmesinin her şeyden önemli olduğunu kanıksatmaktadır.
Özellikle İtalya sınırındaki Tessin Kantonu ve Fransız Kantonu Cenevre’deki yaygın virüs vakaları sonrası artan kamuoyu baskısı karşısında, bu kantonlardaki inşaat alanları durdurulmuştur. Devamında Cenevre kantonunda saat endüstrisinde de üretime ara verilmiştir.
Kriz ve Krizin Tetiklediği İşsizlik
Uzun bir dönemdir emperyalist-kapitalist sistemin uluslararası alanda bir resesyon sürecine girdiğine dair veriler ve açıklamalar birbiri ardına açıklanıyordu. Reel (üretim) alanlarında yaşanan aşırı üretim krizinin ve mali alanlarda yaşanan tıkanmaların tetiklediği krizin, ortalama kar oranlarında belirgin bir düşüşe neden olduğu, ekonomik daralmaların yaşandığı görülmekteydi. Covid-19 pandemisinin dünyayı sarıp sarmalaması ile sanayi, ticari, mali alanlarda alabildiğince sınırlamalar, daralmaların yaşanması, krizi daha güçlü bir şekilde yüzeye vurmasına neden olmuş ve daha yakıcı hissedilir kılmıştır. Bu anlamda krizin boyutu ve yaratacağı yıkım da öngörülenin ötesinde daha ağır seyretmiştir. Bu durum, sürecin belirsizliğiyle birleştiğinde geleceğe dair krizin etkilerinin devam edeceği, işçi sınıfı ve emekçiler açısından yeni saldırı paketleri, kitlesel işsizlik, sosyal hak gaspları, demokratik hak ve özgürlüklere saldırı ve ırkçılığın geliştirilmesi olacağını söyleyebiliriz.
IMF, DB, vb emperyalist kurumların 2. emperyalist paylaşım savaşından bu yana görülen en sarsıcı ve ağır kriz tanımlaması boşuna söylenmiş sözler değildir. Her yeni krizin sonraki krizi mayaladığı ve daha da güçlü var ettiği kapitalist sistemin işleyişinin doğal sonucu olan krizlerden en yıkıcı olanlarından biriyle karşı karşıyayız. Uluslararası Çalışma Örgütü ILO, bu krizden dolayı 25 milyon insanın işsiz kalacağını öngörmektedir. Kuşkusuz bunun kat be kat daha fazla olacağı kesindir.
İsviçre Ekonomi Bakanı Guy Parmelin, uzun ve derin bir kriz beklediklerini ve işsizliğin %7’ ye çıkabileceğini ifade etmektedir. Korona sürecinin başlangıcında %2,5 düzeyinde olan işsizlik oranı düşünüldüğünde sonuç kendiliğinden anlaşılacaktır.
Yine aynı Bakanın açıklamasında şu ifadeler çarpıcıdır;
“…insanlar, şirketler Korona krizinin sonuçlarıyla yaşamak zorundalar. …işsiz olan herkesin mümkün olan her yerde çalışması gerekir.”
Federal Ekonomi Bakanının hedefinde esasta işçi emekçiler ve küçük esnaflar olduğu açıktır. Zira, hükümet tarafından Korona krizinde ekonominin canlandırılması amaçlı hazırlanan yardım paketlerinin büyük tekellere sunulduğu bilinmektedir. Nasıl ki, 2008 mali krizinde uluslararası tekel olan UBS bankasının mali yapısının güçlendirilmesi için emekçilerin vergilerinden toplanan 64 milyar Frank karşılıksız bir şekilde hibe edildiyse, bugün de ilk etapta 47 milyar Franklık bir yardım paketi tekellerin hizmetine sunulmuş durumdadır. Dolayısıyla, ekonomi bakanının ifadesinin hedefinde esasta emekçilerin olduğu açıktır. Tekelci kapitalist gruplara bu derece cömert davranan hükümet, işçi ve emekçilere dair hiçbir olanak sunmamıştır. Tersine onları çalışmaya zorlamıştır. Kapitalistlere öncesinde de var olan yasalarla büyük avantajlar sunan, kolayca işten atma, grev yasağı vb. gibi uygulamaların olduğu bu ülkede, krizi daha büyük fırsatlara çevirmek için muazzam olanaklar ortaya çıkmıştır.
Federal Ekonomi Sekreterliği (Seco), Nisan ayı başında 109 bin şirketin 1,3 milyon kişi için kısa vadeli çalışma başvurusunda bulunduğunu ifade etmektedir. Bu, çalışan tüm nüfusun %24,5’ine denk gelmektedir. Bu rakam, 2008-2009 mali krizinde yaşananın on katı daha fazlasını ifade etmektedir. Sadece Mart ayında 26 bin kişinin işini kaybettiği ifade edilmektedir. Resmi veriler farklı da olsa, küçük bir ülke olan İsviçre için bu rakam oldukça yüksektir. Bu veriler, krizin niteliğini ifade etmesi açısından önemlidir.
Covid-19 pandemisinin ortaya çıktığı Aralık 2019’ dan Nisan 2020’e kadar işsizlik rakamlarını sunarak krizin yarattığı işsizliğin boyutunu daha net açıklayabiliriz.
İşsizlik sayısı ve Oranı
Aralık 2019 117277 %2,5
Ocak 2020 121018 %2,6
Şubat 2020 117822 %2,5
Mart 2020 135624 %2,9
Nisan 2020 153413 %3,3
Mayıs 2020 155998 %3,4
Ekonomi bakanının Mart ayındaki açıklamasında işsizlik oranının Nisan başında %3,1 düzeyinde olduğunu açıklamıştır. Bu artışın Mayıs ayında %3,4 daha da yoğunlaştığını belirtmekle yetinelim.
Kuşkusuz ki, artan işsizlikte ağırlıklı olarak işsiz kalanlar hizmet sektörleri, küçük işletmeler ve ara işlerde çalışmakta olan işçi-emekçiler olmaktadır. Bunların da tamamına yakınını göçmen işçi-emekçiler oluşturmaktadır. Gerek İsviçre’de oturumu olan göçmenler olsun, gerekse de sınır bölgelerindeki ülkelerden gelip çalışmakta olan (Grenzgenger) sınır işçileri olsun, ilk elden işsiz kalanlar göçmen işçi ve emekçiler olmaktadırlar. Genel anlamda İsviçre’de iş güvencesi yasası/uygulaması olmadığından dolayı bu toplumsal katman, kriz vb. bahanelerle işten atılmakta ve tamamen korunmasız bir durumda kalmakta, oturum vb. ciddi bürokratik, ekonomik sıkıntılar yaşamaktadırlar. İsviçre’de oturum hakkına sahip olup da sosyal kurumlardan geçinen işçilerin oturumlarının ellerinden alındığı ve sınır-dışı edildiklerine dair haberler basına yansımıştır. Bunun kamuoyuna yansıması ile birlikte oluşan tepkiden dolayı şimdilik uygulamaktan geri adım atılmıştır. Ancak şöyle bir gerçeklik var ki, ekonomik kriz, savaş, salgın, doğal afet vb. gibi olağanüstü koşullarda artan yoksullaşma, işsizlik vb. sorunlarda, en fazla mağdur olanlar esas olarak alt gelir grubunu oluşturan yoksul işçi-emekçiler, bunun içinde de göçmen emekçiler olmaktadır.
Bu süreçte en çok olumsuz etkilenen kesimlerden biri de bu Grenzgenger dediğimiz, sınır işçileri olmaktadır. Sınır ülkeleri olan Almanya, Fransa, İtalya ve Avusturya’da ikamet edip de günübirlik çalışmaya gelen ve dönemsel olarak Polonya ve Slovakya’dan gelip giden göçmen işçi-emekçiler, İşviçre’de çalışan göçmenler içerisinde önemli bir oranı oluşturmaktadır. Bunların önemli bir kesimi, sınırların kapatılmasından kaynaklı olarak işlerine gidememekte, ücretli izin hakları olmadıklarından dolayı da mağdur olmaktadırlar.
Sınır işçilerine dair istatistiki verileri verecek olursak;
Toplamda 328.850 sınır işçisi (Grenzgenger) bulunmaktadır. Bu sayının %55’ini oluşturan 180.311 kişi Fransa’dan, %23,4’ünü oluşturan 76.827 kişi İtalya’dan, %18,4’ünü oluşturan 60.642 kişi Almanya’dan, %2,5’ini oluşturan 8.242 kişi Avusturya’dan, geriye kalan 2.304 kişi ise Polonya, Slovakya, Macaristan vb ülkelerden gelip çalışan göçmen işçi-emekçilerden oluşmaktadır.
Yeni “Yabancılar Yasası”, federal ve kantonal düzlemde göçmenlere dair uygulanan uygulamalar giderek sertleştirilmektedir. Uzun zamandan beri uygulamaya sokulan ve kimi zaman sınır-dışı ile sonuçlanan sosyal yardım alan göçmenlerin durumu ciddi anlamda tehlikededir. Geçici, kısa vadeli L ya da B oturumu olup da çalışmayan ve sosyal yardım alan göçmen işçiler ve aileleri özellikle de Korona salgını döneminde artan oranda Federal Göç Dairesi’ne bildirilmesi zorunlu kılınmakta ve oturum hakları ellerinden alınmak istenmektedir. Cenevre Kantonunda gündeme gelen oturum haklarının ellerinden alınması uygulaması, kamuoyu gündemine taşınması ve kimi girişimler sonucu oluşan tepkiden kaynaklı askıya alınmıştır. Ancak bu uygulamanın, önümüzdeki süreçte İsviçre çapında uygulanabileceğini, gündeme getirileceğini öngörmek hayalcilik olmayacaktır.
Süresiz Oturum (yerleşme hakkı) olan C oturuma sahip olan emekçilerin de çalışmaması ve sosyal yardım talebi durumunda Süresiz Oturum’u ellerinden alınarak B oturuma çevrilmekte, ardından da çalışmadığı takdirde sınır-dışı edilme tehdit ve riski ile karşı kaşıya kalmaktadır. Bu kaygılardan kaynaklı da işsiz durumda bulunan ya da işini yeni kaybeden göçmen emekçiler, yasal hakları olmasına rağmen, oturum haklarını kaybetmemek için sosyal yardımlara başvurmamakta ve bu da büyük ekonomik sıkıntılar yaşamalarına neden olmaktadır. Borçlanmak durumunda kalmalarının yanı sıra, haciz durumları yaşamakta, temel ihtiyaçlarını karşılamakta zorluklar çekmektedirler. Bu durum beraberinde ciddi psikolojik sıkıntıları, aile içi sorunları yaşamalarına neden olmaktadır.
İsviçre devletinin, özellikle bu noktada göçmen işçi-emekçiler üzerinde oturum ve çalışma haklarının ellerinden alınması silahını, artan oranda bir tehdit olarak kullanacağını, bunu emekçileri sindirmenin bir silahına dönüştüreceğini söylemek gerekiyor. İş alanlarının kriz ve pandemi sürecinden kaynaklı daralması, ilk elden işten atılacak olanların göçmen işgücü olmasından dolayı bu kesimi ciddi olarak kaygılandırmaktadır.
İşlerini kaybedecek olan bu kesimin mevcut kriz ortamında iş bulması zorlaşacak ve bu da oturum haklarını riske sokacaktır. Revize edilen “Yabancılar Yasası”na dayanarak da oturumları ellerinden alınmak gibi olumsuz bir durumla karşı karşıyadırlar. Dolayısıyla bu durum, bu kesimlerle olan ilişkilenmede daha olumlu bir zemin sunmakta, bunun için de yoğun bir çabayı gerektirmektedir.
Konuyla dolaylı bağlantısı dolayısıyla, özellikle Kantonal ve federal düzeyde vatandaşlık ve “Yabancılar Yasası”nın katılaştırıldığını, bunun doğallığında göçmen işçi ve emekçilerin oturum ve yaşamlarını olumsuz etkilediğini ifade etmemiz gerekmektedir.
Süresiz yerleşim hakkı olarak bildiğimiz C oturumuna sahip olmak için eskiden son üç yılda sosyal yardım almama koşulu getirilirken, bugün kimi kantonlarda bu koşul, son 10 yıl olarak dayatılmaktadır. Süresiz oturum koşulları ile vatandaşlık başvurusu koşulları hemen hemen aynılaştırılmıştır.
Korona sürecinde iyiden iyiye hortlatılan ve adeta tavan yapan bir başka sorun da ırkçılık olgusudur. Emperyalist kapitalist sistem, bu süreçte gerçekliğinin daha görünür olmasını tersine çevirmek, kitleleri maniple ederek yönlendirmek istemektedir. Bunun için de bütün kötülüklerin yaratıcısı olan, dünyanın her yerinde sorgulanan emperyalist kapitalist sistemi ve devletini hedef olmaktan çıkarmak amaçlı bilinçli olarak ırkçılığı tırmandırmakta, emekçileri birbirlerine düşmanlaştırmayı amaçlamaktadır. Bu noktada oldukça mesafe aldıklarını da ifade etmek gerekir. Kamusal alanda ve yasal düzlemden beslenen ve giderek yaşamın her alanına yansıyan ırkçılık, kriz ve olağanüstü dönemlerin başvurulan en kolay ve “para eden” argümanlarından biri olmaktadır. Bugün, artan işsizlik, yoksulluk, sosyal-siyasal hak gaspları koşullarında ırkçı, politik atmosferin geliştirileceğini ve kendini her alanda daha da açık ve etkili hissetireceğini öngörmek yanlış olmayacaktır.
Pandemi sürecinin başında kamuoyunda yaratılan algı sonucu, özellikle uzak-doğulu kesime yönelik (özellikle Çin) ön yargı, onlardan kaçma ve korunma refleksi, devamında İtalyan ve İspanyol halkına da aynı yaklaşımı getirmiştir. Pandemi sürecini ağır yaşayan İtalya ve İspanya’ya yardımların esirgenmesi, salgının İsviçre’ye ulaşmasının sorumluluğunun Çin, devamında İtalyanlara yüklenmesi özel olarak amaçlanmıştır. Bununla bir yandan her dönem ilk elden başarılı ve sonuç alıcı olarak başvurdukları ırkçılık silahını güçlendirirken, öte yandan bu krizin esas yaratıcısı olan emperyalist kapitalist sistemin teşhirini engellemeye, onun gerekliliğinin üstünü örtmeyi amaçlamaktadırlar.
Bugün ırkçılığın daha da geliştirilmesi ve gündemde tutulması için, başta Almanya olmak üzere, tüm Avrupa’da, ırkçı partiler ve faşist örgütlenmeler Pandeminin asıl sorumlularının “yabancılar” olduğu ve daha sert yasa ve önlemlerin devreye konulmasını talep etmekte ve sokaklara çıkmaktadırlar. Almanya ve İspanya’daki ırkçıların kitlesel sokaklara çıkışı ve bu süreçte daha kitleselleşmiş gerçekliği, kapitalist sistemin krizlerinde bu güçlerin önünün daha da açıldığı gerçekliğini doğrulamaktadır. Bu durum tüm göçmen emekçiler açısından büyük bir tehdit ve kaygı oluşturmaktadır. Bu durum da yine önümüzdeki süreçte pratik yönelimlerimizin daha ciddi bir parçasını oluşturacaktır.
Yazımızın diğer temasına ve önümüzdeki sürece dair olası gelişmeler ve yönelimlerimizin konusuna girmeden önce yararlı olabileceğini düşündüğümüz kimi istatistiki bilgileri sunmak istiyoruz.
30 Eylül 2019 tarihli güncellemeye göre, İsviçre’nin nüfusu 8,586,550’dir. Bu nüfusun 2,111,412 kişisi göçmenlerden oluşmaktadır. Bu sayıya İsviçre vatandaşlığına geçen göçmenler dahil değildir. Göçmen nüfusunun 1,442,640’ ı Avrupa Birliği ülkelerinden ve EFTA (Avrupa Serbest Ticaret Antlaşması) ülkeleri olan İzlanda, Norveç, Lichtenstein’dan gelenler oluşturmaktadır. Geriye kalan 668,772 kişi ise değişik ülke ve uluslardan gelen göçmenlerden oluşmaktadır.
İsviçre’de çalışanların sayısı 2019 sonu verilerine göre 5,130,000’dir. Bu sayının, 1,762,000’ i Teilseit Arbeit (kısa süreli çalışma) olarak çalışanlardan oluşmaktadır. Bunun da %60’ını kadın işçi ve emekçiler oluşturmaktadır.
Sermaye ve Partilerinin Etkisindeki Sendika Bürokrasisinin Virüslü Hali
Salgın sürecinde tekelci kapitalistler ve devletin yaklaşımlarının yanı sıra sorgulanması gereken diğer bir konu da sendikaların durumudur. Salgının alana ulaşması ve yaygınlaşmasına rağmen, kimi açıklamalar dışında neredeyse hiçbir varlık göstermeyen sendikaların sınıfa ve emekçilere yabancılaşmış ve devletçi tutumu, kendini iğrenç düzeyde göstermiştir. Başta inşaat alanı olmak üzere, pfarma endüstrisi, postane, perakende satış alanları, hizmet, sağlık, lojistik alanlarında zorla ve güvencesiz çalıştırılmaya karşı pratik bir tutum geliştirememiştir. İş güvencesi (işten atma yasağı), ücretli izin, zorunlu alanlar olan (sağlık, iletişim, gıda, ulaşım ve lojistik) dışında üretim ve çalışmanın salgın sürecinde durdurulması taleplerinin güçlü bir şekilde gündemleştirileceği en uygun zemin olan bu süreçte, bürokrat sarı sendikaların duruşu sınıfa ihanet ve sermayeyi destekleyen bir tutum olmuştur. Sınıf ve emekçilerin salgın sürecinde yaşadığı onca sorun varken kılını kıpırdatmayan bu işbirlikçi bürokratların ilk yaptığı şey, 1 Mayıs kutlamalarının iptali ve sistemin eve kapanma yönelimini güçlendirmek olmuştur. İşçi ve emekçilerin salgın sürecinde kitlesel ve zorunlu olarak çalıştırılması gerçekliğinde, işçi ve emekçilerin taleplerini sokaklarda, meydanlarda haykırmasının önüne set olmaya, evlere, balkonlara hapseden gerçeklikleri, işçi düşmanlığından başka bir anlama gelmeyecektir. Sınıfın ve emekçilerin sorunları eksenli bilinçlendirme ve örgütlenme sürecinin önündeki en büyük engellerden biri de bu sendikal bürokrasi gerçekliğidir. Bu haliyle, önümüzdeki süreçte öngördüğümüz artan ekonomik, sosyal, siyasal hak gaspları saldırılarına karşı sendikaların bu tutumunun, tekelci burjuvazinin elini güçlendiren bir niteliği olacaktır. Bu durum, yerli-göçmen devrimci güçlerinin sınıfla temasında daha ısrarlı ve organik ilişkilenme noktasında daha etkin olunması gerekliliğini göstermektedir.
Önümüzdeki Süreci Doğru Analiz Ederek Hazırlıklı olmalıyız!
Emperyalist kapitalist sistemin genel ve derinleşen krizinin genel karakterine dair özlüce de olsa gerek bu yazıda gereke de birçok kesim tarafından yayınlanan başka yazılardan da görüleceği üzere, önümüzdeki dönem oldukça çetin geçecektir. İşçi ve emekçiler açısından genelin ötesinde özel ve yoğunlaşmış paket saldırılarla yüz yüze kalınacaktır.
En baştan belirtilmelidir ki, bu krizin her anlamdaki yükü esasta emekçilere fatura edilecektir. Sınıfın ve emekçilerin ödenmemiş emeği olarak gasp edilen vergi vb. ile doldurulan devletin kasaları hoyratça hizmetinde koştuğu kapitalistlere akıtılmıştır. Bu kasaların yeniden doldurulması yine emekçilerden vergi, zam, hak gaspları şekliyle tekrardan gasp edilecek ve sermayeye sunulacaktır. Bu krizden çıkış öyle kolay olmayacak ve zaman alacaktır. Bu zaman diliminde ekonomik, mali, sosyal anlamda çok büyük tahribatlara yol açacaktır. Pandemi sürecinin kontrol altına alınması durumu dahi ekonomilerdeki yaşanan daralma ve çöküntüleri toparlayamayacaktır. Bu da direkt kitlesel-toplu işten çıkarmalar işsizliğin büyümesi, kazanılmış hakların teker teker geri alınması, işçi ve emekçilerin alım gücünün düşmesi ile temel ihtiyaçlarının karşılanmaması ve mutlak yoksulluğu getirecektir. Bu durum, kapitalist ekonominin temeli olan meta üretimi ve artı-değerin realize olması döngüsünü tıkatacak, ortalama kar oranlarında bir düşüşe ve sonucunda da krizin daha derin bir hal almasına yol açacaktır. Daha da derinleşmiş krizin emek güçlerine yansıması da elbette ki çok daha acı olacaktır.
Üretimin ve sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesinde yaşanan devasa gelişme, kriz koşullarında avantaj elde edilmesine, krizin fırsata çevrilmesine neden olmaktadır. Bu merkezileşme kriz dönemlerinde daha hızlı ve keskin şekilde realize olmaktadır. Bu, elbette ki üretim alanlarının (reel sektörün) tahrip olması pahasına gerçekleşen bir durumdur. Dünyanın her geçen gün azalan birkaç dev mali oligarşinin egemenliğine mahkûm edilmesi durumu yaşanmaktadır. Bunun diğer bir karşılığı da üretici güçlerin tahribi olacaktır.
Bu sürece eşlik edecek diğer bir gerçeklik de siyasal gericiliğin daha da kendini tahkim etmesi durumu olacaktır. Emperyalizm, Lenin’in ortaya koyduğu biçimiyle demokrasi adına ne varsa gemiden atılması, siyasal gericilik ve saldırganlık durumudur. Bu gericilik tekelci kapitalizmin kendini daha güçlü var etmesi olan yeni sermaye birikim modellerinin uygulanmasıyla paralel biçimlendirilecektir. Ekonomik, mali, siyasi, militarist saldırganlıkta sınır tanımayan tekelci kapitalist sistem, kriz koşullarında bir yandan daha büyük karlar elde etmenin hesabını güderken, öte yandan ezilenlerin bu politikalara karşı itirazlarını, karşı çıkışlarını engellemek, ezmek için de harekete geçerler. Yasal düzenlemelerle daha otoriterleşme eğilimi Avrupa çapında gelişmektedir. Hak ve özgürlüklere saldırılardaki artış, ekonomik ve siyasal krizle daha da beslenmekte yükselme trendi göstermektedir. Bu anlamda merkez emperyalist metropollerde de sınıf mücadelesinin zemini ısınmaktadır. Bunu görmek durumundayız. Özellikle polise geniş yetkilerin tanınması, gösteri ve yürüyüş haklarındaki kısıtlamalar, grev ve üretimin durdurulması yasakları daha da sistemleştirilip kalıcı hale getirilecektir. Ceza yasaları daha da katılaştırılmakta, keyfi ve uyduruk gerekçelerle muhalif kesimler cezalandırılmaya, sindirilmeye çalışılacaktır. Özellikle cezaların bilinçsiz ve örgütsüz kesimler üzerindeki caydırıcı özelliğini kullanacaklardır.
Öte yandan göçmenlere karşı daha katı uygulamalar ve saldırılar olacaktır. Oturum haklarının ellerinden alınması bir tehdit olarak sürekli kullanılacak ve sindirilmeye çalışılacaktır. Göçmenlerin mevcut örgütsüzlük ve gerçekliklerinin farkında olmayışları, bu saldırı politikalarının uygulanmasını kolaylaştıracak özelliktedir. Tüm bunlar İsviçre devletinin demokratik olduğu, doğrudan demokrasi uygulamasının olduğu ve halkın yönetimde direkt söz sahibi olduğu propagandalarının büyük bir yalan olduğuna işaret etmektedir. Sermayenin çıkarları, kapitalizme karşı çıkışlar söz konusu olduğunda, işçi-emekçiler ve göçmenler, hak ve özgürlük için sokağa çıktığında bu devletin bir burjuva diktatörlüğü olduğu net görülmektedir. Son 1 Mayıs yürüyüşünde polis ve devletin “demokratik” yüzü çok açıkça ortaya çıkmıştır. Bu saldırgan siyasetin devam edeceğini bilmemiz gerekmektedir.
Öte yandan küçük esnaf ve işletmelerin peşi sıra iflası ve bu kesimin de işsizler ordusuna, potansiyel emek gücüne katılımı olası gelişmelerden biri olacaktır. Buralarda istihdam edilen emek gücü de genelde vasıfsız ve ağır işler olduğundan, çoğunlukla göçmen emekçiler olacaktır. Bu anlamda, işsizlik ve yoksullaşmada esasta göçmen işçi ve emekçilerin birinci derecede etkileneceği açıktır.
Öte yandan kriz politikalarının uygulanması sürecinde İsviçreli işçi ve emekçiler de etkilenecektir. Bu anlamda İsviçreli göçmen-işçi ve emekçilerin ortak hareket ve mücadele koşulları daha da elverişli olacaktır. Ortaklaşan sorunlar eksenli ortak mücadelenin örülmesi için, özellikle devrimci demokratik örgütlenmelerin ve kurumların daha fazla çaba sarf etmesi önemlidir. Özellikle işçi sınıfıyla üretim alanlarında ve her yerde ilişkiler geliştirmek önemlidir. Ha keza göçmen emekçilerle ilişkilenme, onlarla temasa geçme ve harekete geçirme anlamında daha elverişli olanaklar oluşacaktır. Bunu görmek ve buna göre hazırlıklı olmak oldukça önemlidir.
Diğer önemli olan nokta ise, son yıllarda gelişen ve Korona sürecinde daha da güçlenme anlamında mayalanan ekolojist ve çevre hareketleridir. Özellikle kapitalist sistemin yarattığı salgın krizi ile daha bir sorgulanmakta, doğayı yıkıma uğratanın da kar uğruna uygulanan yağma politikaları olduğu daha tartışılır olmaktadır. Bu, kitlelerin daha ileri bir ekolojik bilince kavuşturulması anlamında uygun bir zemin sunmaktadır. Emperyalist kapitalistler bu gerçeklerin farkında olarak, sistemlerinin kitlelerce sorgulamadan geçirildiği tehdidini görmekteler. Tam da bundan kaynaklı olağanüstü önlemlere, manipülasyonlara ve yöntemlere başvurarak, hatta zor yöntemlerini dahi en vahşi şekliyle devreye sokarak bunu tersine çevirmeye çalışacaklardır. Bu anlamda, bizlere bu alanda daha fazla yoğunlaşma, sürece müdahil olma, anti-kapitalist bilinç eksenli bir çalışma ve diğer kurumlarla bu zeminde ilişkilenme görevi düşmektedir. Bu, politik yönelimlerimizde önemli bir yer tutmaktadır.
Sonuç olarak;
Burjuvazi ve onun devletinin saldırılarına karşı bu dönemde hareket etmemiz gereken temel, anti-kapitalizm eksenli bir mücadele ekseninin büyütülmesi ve kurumsal örgütlülüklerimizin bu temelde güçlendirilmesi olmalıdır.
Merkezi ve planlanmış paket saldırılara karşı, İsviçreli işçi-emekçi kesimlerle daha kalıcı ve güçlü ilişkilenmeler yaratarak mücadele etmeliyiz. İsviçreli devrimci-demokratik kurumlarla daha sistemli ve güçlü dayanışma bağları ve ortak hareket zeminini yakalamak durumundayız.
Bu sürece düşünsel donanımla hazır olmamız; ne yaptığımızı, hangi meselelere odaklanmamız gerektiğini bilerek, planlı ve kolektif bir çalışma tarzıyla etkin bir pratik çalışmayı sürdürmemiz gerekmektedir.”
İTİF BROŞÜRÜ LİNK -indir