kulübede başka türlü düşünülür.”[1]
Kaleminde keramet vardır Cengiz Hocamızın. Onu kıymetli kılan da duruşuyla müsemma bu “keramet”tir zaten. Bunun son kanıtlarından biri de, ‘Kapital’in Mantığı-Maddeci Diyalektik Mantığa Giriş’[2] başlıklı yapıtıdır.
- i) “Kapitalizmin Genel Görünümü”; ii) “Kapital’i Anlamanın İlk Koşulu”; iii) “Diyalektik Mantık”; iv) “İşçi Sınıfının Konumu”; v) “Hegel’de Diyalektik”; vi) “Maddeci Diyalektik” başlıklı 6 bölümden oluşan eser; Kapital’in diyalektik materyalist yorumunun olgun bir örneğidir.
Her satırında; “Ben Jakobenim” diyen, çocuk kadar yumuşak, kibar ve cana yakın Cengiz Gündoğdu’nun ustalığını sergileyen yapıt; “Her dönemde düşünce hırsızları düşünce dolandırıcıları vardır… “Yapısalcılar… postmodernciler… negatif diyalektikçiler,”[3] diye tarif ettiği sapmalara karşı verilmiş yanıttır.
Sadece yanıt da değil; bir Kapital ve diyalektik materyalist felsefe dersidir de.
‘İnsancıl Dergisi’nin her şeyi olan Onun öğrettiklerinden bir diğeri de doğruda durmanın felsefesindeki ısrarlı, vazgeçmeyişidir.
Çünkü O; “Sanatta Star Sistemi”ne başkaldıran ‘Estetik Kalkışma’nın yazarıdır; Marksist bir felsefecidir; felsefenin hakkını veren hayata dokunan bir işçi sınıfı bilgesidir.
* * * * *
Ve Cengiz Gündoğdu için -Friedrich Engels’in ifadesiyle- “Felsefe; mantık ve diyalektikten oluşur”ken; neyi bilip, ne yapabileceğimizi öğretir bize.
Hiç bir şey sonsuz, mutlak, kutsal saymayan felsefenin aslî görevi, başkalarını düşünme sıkıntısından kurtarmak değil; eğer olanaklıysa insanın kendi düşüncelerini harekete geçirmektir.
Hurafelerin ateşe verdiği dünyada, bu yangını söndürecek felsefe için sadece doğru söylemek, bir işe yaramıyorsa, ne değeri olabilir ki?
Yaşamı savunan felsefe aracılığıyla edinilen ahlâk, erdem ile özdeşken; felsefe yapmak, vazgeçmeyi de öğrenmektir.
İnsan(lık)ın aklını -sormak, bilmek, anlamak, açıklamak, yorumlamak ekseninde- özgürleştiren felsefe yolda olmaktır.
Felsefe, yolda olmak ise, düşünmek de, yerine getirmektir. Çünkü acıyı bilgiye dönüştüren felsefe eleştiridir; itirazdır; yoldur.
Martin Heidegger’in, “Efsaneler varlığa soru sormakla aşılabilir,” uyarısını “es” geçmeyen felsefe her soruyu, bir sorun (hastalık) gibi ele alır; teşhis (ve tedavi) için.
Ludwig Wittgenstein’ın, “Felsefenin amacı nedir? Şişeye düşen sineğe çıkış yolunu göstermektir,” diye tarif ettiği O, bir yerde de kaosun ortasına dalmayı göze almaktır.
Yola düşmeyenin felsefesi olmaz; çünkü, “Felsefe yapmak ölmeyi öğrenmektir… Felsefe, hiçbir yere yerleşmemektir, sürekli bir maceradır. Felsefe yersizlik ve yurtsuzluktur; amansız bir göçebeliktir… Felsefe, evine hiçbir zaman ulaşamaz. Felsefe sadece aramaktır; aradığını bulamayacağını bile bile aramaktır,” Karl Jaspers’in işaret ettiği gibi…
Felsefe, aklınızı kurcalayan her soruyu dile getirme cesareti göstermek; ayrıca, çoğunlukça doğal kabul edilen şeyleri tekrar gözen geçirip, onları soru(n) olarak ele alabilmektir.
Hayret (ve itiraz) etmeyen felsefeci ol(a)maz. Onun yararı, iyi eylemlerin önünü açıp, teşvik etmektir.
Felsefe insan(lık)ı; güçlü görünmek için değil, gerçekten güçlü olmak için biçimlendirirken; felsefe yapmak varlığın anlamını sorgulayan sorular sorarak onu açıklamaktır.
İnsan(lık)ı gerçek varlığa yükseltme eylemi veya doğruyu bulma yolunda tutarlı eylemsel bir sistematik olarak felsefe bize yaşamayı öğretir. Bunun için de, “Felsefe, düşüncelerin mantıksal olarak açıklığa kavuşturulmasını amaçlar… Felsefe bir teori değil, bir aktivitedir,” der Wittgenstein.
Kolay mı? Ezen ile ezilen, iktidar ile doğrular arasında bir mesafe olduğu ölçüde, felsefenin görevi söz konusu mesafeyi ortaya koymaktır.
Max Horkheimer’ın, “Felsefe, insanın kendini aptallaştırmasına izin vermemek için vardır… Felsefeye inanmak, insanın düşünme yetisinin korku yüzünden körelmesine karşı çıkmak demektir,” ifadesindeki üzere hayatı anlaşılır kılan felsefe ileri doğru yaşamanın yolunu açar. Yani soru soran felsefe, yanıtı hedeflerken; “Kralların meclisinde felsefenin yeri olmaz,” der Thomas More.
Ve nihayet Empedokles, Platoncu bir İdeal’e karşıt olarak şöyle bir şey önermişti: “Felsefe yükselerek yapılmaz, tepeden bakarak yapılmaz, aksine yerin dibine geçmek de aynı değerdedir, yani alt sınıfa inmek, kendini azaltmak, kendine özgü bir soyluluğa sahiptir.”
Marksist felsefeci Cengiz Hoca’nın öğrettiği budur; “Kapital’i anlamak için diyalektiği kavramak zorunlu. Ancak bu kavrayış için zihnin buna hazır olması gerekir. Zihin, diyalektik için arındırılmazsa diyalektik yüzeyde kalıyor. Bu, Kapital’i anlamayı daha da güçleştiriyor,”[4] vurgusuyla…
* * * * *
“Düşünme Yöntemleri”nin[5] hikâyesini; “Lenin’de Diyalektik”i[6] bizlere anlatan O; “Somuttan soyuta ilerleyen düşünce doğru olması şartıyla ve Kant da diğer tüm filozoflar gibi doğru düşünceden bahseder hakikâtten uzaklaşmaz, bilakis ona yaklaşır. Maddenin soyutlanması, bir doğa yasasının soyutlanması, değerin soyutlanması, vb. kısaca tüm bilimsel doğru, ciddi, saçmalamayan soyutlamalar doğayı çok daha derin, doğru ve tam olarak yansıtırlar. Canlı algıdan soyut düşünceye ve buradan pratiğe: Hakikâti bilmeye, nesnel gerçekliği bilmeye giden diyalektik yol işte budur,”[7] diyen V. İ. Lenin’i anımsatır.
Bunları ustaca; “karşılıklı konuşuyor”muşcasına yapar Cengiz Gündoğdu.
Aslında -kelime kökeniyle- diyalektik, kadim Yunanca da, “Karşılıklı konuşma”ydı ve batıda “tartışma sanatı, münazara, tez-antitez ile akıl yürütme” anlamında kullanılmıştı.
Evet diyalektik, bir düşünme, araştırma, değerlendirme yoludur ve yöntem olarak karşıt kavramların, zıtların birliği esasına dayanır.
Karşıtların birliğini ifade eden yasa, oluşu, dolayısıyla da aynı zamanda varlığı anlamanın yasasıdır.
Diyalektik yöntemi benimseyenler, yorumlarını bu zıt kavramlar arasındaki çelişkileri irdeleyerek oluştururlar.
M.Ö 535-475 kesitinde yaşayan Herakleitos şöyle derdi: “Eğer karşıtlıklar arasındaki savaş olmasaydı hiçbir şey olmazdı. Kozmos karşıtlıkların savaşının meydana getirdiği bir uyumdur…
“Karşıt olan şeyler bir araya gelir ve uzlaşmaz olanlardan en güzel uyum doğar. Her şey çatışma sonucunda meydana gelir…
“Ölümsüzler ölümlü, ölümlüler ölümsüz. Biri diğerinin ölümünü yaşar, diğeri de ötekinin yaşamını ölür…
“Aynı ırmaklara girenlerin üzerinden farklı sular akar. Aynı ırmaklara gireriz ve girmeyiz. Hem varız hem yokuz…”
Karl Marx ile Engels, maddenin hareketinin diyalektik iç çelişkilerinin ürünü olduğunu ileri sürüp; Georg Wilhelm Friedrich Hegel’in diyalektiğini tersine çevirerek -diyalektik idealizm yerine-, diyalektik materyalizmin temelini atarlar:
“Benim diyalektik yöntemim, Hegelci yöntemden yalnızca farklı değil, onun tam karşıtıdır da. Hegel için insan beyninin yaşam-süreci, yani düşünme süreci -Hegel bunu ‘fikir’ (‘idea’) adı altında bağımsız bir özneye dönüştürür- gerçek dünyanın yaratıcısı ve mimarı olup, gerçek dünya, yalnızca ‘fikir’in dışsal ve görüngüsel (phenomenal) biçimidir. Benim için ise tersine, fikir, maddi dünyanın insan aklında yansımasından ve düşünce biçimlerine dönüşmesinden başka bir şey değildir.”[8]
Kısaca diyalektik materyalizm, Herekleitos’un, “Varlık bir oluştur, sürekli değişim içindedir… Değişmeyen tek şey değişimdir,” saptaması ve “Evrende maddeden başka bir şey yoktur, madde karşıtlıklar içinde gelişir” demektir.
“Aynı nehirde iki kere yıkanılmaz, nehir değişir insan değişir su değişir,” gerçeğidir.
İdealizmin aksine, ideaların maddelerden oluşabileceği, maddenin de evrenin özü olduğunu savunan felsefedir.
Evrendeki her şeyin şu veya bu biçimde birbirine -değişken bağlarla- bağlı olduğunu; her şeyin değişip, hiçbir şeyin aynı kalmadığını, niceliksel birikimlerin niteliksel değişimlere yol açtığını; değişimlerin anlık krizler, patlamalar veya tedrici ilerlemeler ile geldiğini ve maddenin bilinçten bağımsız, ona öncel olduğunu ortaya koyan yöntemdir.
Evet diyalektik; her şeyin kendi içinde zıddını barındırdığı; zıtların bir arada olduğu belirli koşullarda birbirine dönüşmesine karşın dönüşümüm tali bir pozisyonda olduğunu içindeki mücadelenin ise esas ve sürekli olduğunu savunur.
* * * * *
Evrensel gelişmenin genel yasalarını ve inceleme yöntemini kapsayan bilimsel-düşünsel dünya görüşüdür. Yani nicelik niteliği yaratırken; her şey birbirine bağlıdır; her şey değişir; nicel birikimler nitel sıçramalara yol açar; karşıtların birliği ile değişim kaçınılmazdır.
Değişim süreklidir; ve aşamalı değil, sıçramalıdır. Çelişkileri de içinde bulunduran, daha doğrusu bunlardan doğan değişim süreci, küçük değişimleri içinde biriktirerek sıçramalarla ilerler.
Nicelikten niteliğe geçiş; zıtların birliği; inkârın inkârı üçgeninde Marksizm’de herhangi bir yeni olayı, eski kalıplaşmış yöntemlerle çözme mantığı ve uğraşı yoktur. Marksist diyalektik, yeni sorunun analizinin, eski sorudan bağımsız olarak yeni hâlde tez olarak ortaya konulması ve bu tezi nedensellik ile ilişkilendirerek senteze ulaşmak üzerine kuruludur.
Diyalektik yöntemi kullanarak, hiçbir şekilde durmayan ve durmayacak olan hareketli gerçeği inceleyip çözümleyen ve bunu yaparken de maddenin önselliğini ve teori-pratik birliğini temel alan kişiye karşılık gelir, Marksist.
Diyalektik materyalizm; zorunluluğun krallığından özgürlüğün krallığına sıçranılmasını sağlayan yöntemdir. Her koşula ve her şeye uygulanabilir bir yöntemdir. Her şeyin birbiriyle bağlantılı olduğu gerçeği fark edildiğinde; bu yöntemi doğaya (canlı, cansız maddelerin tamamına) ve dünyaya (topluma ve tarihe) uygulamak/uygulayabilmek mümkün ve gereklidir.
Samed Behrengi’nin deyişiyle, “Aslolan değişimdir. Her şey her an sürekli değişmektedir. Bu küçük değişimler üst üste geldiğinde, belirli bir birikim olur ve madde kendiliğinden başkalaşıma uğrar”ken; var olan her şey, yok olmayı hak eder.
Bu çerçevede Marksist diyalektiğin, Hegelcilik’ten ayrıldığı bir noktada da dogmatik felsefeyi benimsememesidir. Çünkü felsefe, bilimlerin sentezi olması sebebiyle donmuş bir öğreti olarak kabul edilemez. Her şeyin, her an değişmekte ve gelişmekte olduğu gibi, felsefe de bu değişimden kendine düşen payı almaktadır.
“Şu söz götürmez doğruyu iyice kafamıza yerleştirelim: bir Marksist dünün kuramını değil, yaşayan gerçekliği, belli ve somut gerçekliği göz önünde tutmalıdır. Her kuram geneli, esaslıyı işaret edebilir, fakat yaşamın karmaşıklığını ancak yaklaşık olarak belirtir,” der Lenin. Ve bunu derken hayatın teoriye değil, teorinin hayata uyması gerektiğine işaret eder.
Marx’ın tarihsel gelişme sürecini anlamak ve açıklamak için geliştirdiği model, Hegel’in idealist diyalektiğinin aksine maddeyi düşünceden değil; düşünceyi maddeden üreten bir diyalektik felsefedir.
Diyalektik materyalizm herhangi bir felsefi akım değildir; içinde bulunulan siyasi durum ve sınıf mücadeleleri ile doğrudan ilişkilidir. Onun doğuşu, insan düşüncesi tarihinde, felsefe tarihinde bir devrim teşkil eder. Ama bu devrim, insan düşüncesinin tarih boyunca elde ettiği ilerici unsurların devamı ve eleştirel bir şekilde benimsenmesi demektir.
Felsefenin gelişmesindeki iki temel akımı (diyalektik ve materyalizm) kaynaştıran diyalektik materyalizm, bunları yeni bir bakış açısıyla, yeni ve derin bir bilimsel görüşle verimlileştirmiştir.
Sosyal gelişmeye ve sosyal gelişmenin kanunlarına dayanan bilimsel bir görüşün gelişmesi, diyalektik materyalizmin biçimlenmesindeki aslî unsuru teşkil eder.
Dünyanın maddiliği öğretisi, dünyada maddeden ve maddenin hareket ve değişme kanunlarından başka bir şey olmadığı öğretisi, diyalektik materyalizmin temel taşıdır.
Ve Marx’ın ifadesiyle de, “Teoriyi mistikleştiren bütün sırlar, insan pratiğinde ve bu pratiğin anlaşılmasında, rasyonel bir tarzda çözülür.”
* * * * *
Marx’ın Kapital’i de, “insan pratiğinde ve bu pratiğin anlaşılmasında” rasyonel bir çözümken; Cengiz Hoca ekler: “Kapital, yalnızca bir ekonomi yapıtı değildir.
“Kapital, insanı görme… anlama… kavrama gücünü kelepçelerden kurtaran yapıttır.”[9]
İlk cildi Almanya’da 14 Eylül 1867’de yayımlanıp, sadece 1000 adet basılarak, tamamının tükenmesi dört yıl süren; hakkında Marx’ın “Herhâlde kimse bu kadar paradan yoksun olup da para hakkında bu kadar kapsamlı bir eser yazmamıştır,” dediği yapıttı Kapital.
İlk Almanca baskısına yazdığı önsözde Marx’ın, “Bu eserin en sonundaki amacı modern toplumun ekonomik hareket yasasını ortaya çıkarmaktır,” notunu düştüğü Kapital, kapitalizmin kirli yüzünü ortaya çıkartmak için kaleme aldığı üç ciltlik eserdi.
- Ciltte sermayenin üretim süreci ele alınmaktadır. Meta ve para arasında ilişkinin üretim sürecinden geçerek nasıl oluştuğu anlatılmaktadır. Artık değerin elde edilişi detaylandırılmaktadır. Ücret ve çalışma üzerinden artık değer sermaye ve emek gücü için önem arz etmektedir. Bu bağlamda sermaye birikim süreci ortaya konmaktadır.
- Ciltte ise sermayenin dolaşım süreci ve gelişimi üzerinden analizler ortaya konmaktadır. Sermayenin devri kavramı önem arz etmektedir. Toplumsal toplam sermaye nasıl yeniden üretilmekte ve dolaşmaktadır soruları cevaplanmaktadır.
III. Ciltte ise kapitalist üretim süreci bir bütün olarak ele alınmaktadır. Kâr, rant, faiz gibi kavramların ilk iki ciltte ortaya konan üretim ve dolaşım süreçlerindeki yeri ortaya konmakta ve incelenmektedir.
Klasik iktisat teorilerini eleştirerek kapitalizmin işleyişi, yapısı ve tarihinin değerlendirildiği yapıtta; kapitalizmin, üretim araçlarının özel mülkiyeti ile girişimcilerin kâr anlayışına dayandığı vurgulanmaktadır. Bu noktada kârın, metadan geçen bir dolaşım aracı olarak nitelenebilecek paranın yarattığı değişim değeri ile değişim değerinin sağlanması adına üretim güçlerinden sağlanan artı-değerin bütünleşmesi sonucunda oluşan bir birikim sürecine bağlı olduğu anlaşılmaktadır.
Marx, bu sonuca emek-değer kuramıyla ulaşmıştır. Ele alınan bu kuramın arz-talep dengesi olduğu durumda mala katılan toplumsal emek miktarıyla malın değerinin orantılı olmasından dolayı emeğin ücrete tabii olduğunu açıkladığı belirtilebilir. Bu ücretin verilen toplumsal emeğin ve işçi ve ailesinin geçinme sınırının oranıyla belirlendiği görülmektedir. Teknoloji geliştikçe çalışma saatlerinin ve ücretlerin sarsıcı bir biçimde değişmemesi ise artı-değerin kaynağını göstermektedir.
Özetle Marx, Kapital’de öncelikle “kapitalist toplumun en temel hücresi” olarak gördüğü “meta”nın çözümlenmesinden başlayarak kapitalist üretim ilişkilerini bütün boyutlarıyla incelerken; Kapital (sermaye), bir kapitalizm incelemesidir, yani “ekonomi politiğin eleştirisi”dir.
Marx’ın 17 Nisan 1867 tarihli mektubunda, “Kapital, kesinlikle burjuvaların (toprak sahipleri dâhil) kafasına şimdiye dek fırlatılmış en korkunç gülledir,” diye tarif ettiği yapıtı konusunda Engels de, “Yeryüzünde kapitalistler ve işçiler bulunduğundan beri, işçiler için bunun kadar önemli bir kitap çıkmadı,” der.
Ayrıca hakkında Ahmet Hamdi Tanpınar’ın öğrencisi Turan Alptekin’in, “Kapital’i kütüphanesinde bulamadığınız bir üniversitede felsefe ve ilim yapılabildiğinden bahsedebilir misiniz?”[10] sorusunu dillendirdiği yapıt; güçlü bir sermaye anlatısı, çözümlemesi, analizidir…
John Maynard Keynes’in, Bernard Shaw’a -yazdığı bir mektupta- Kapital’i, “Kasvetli, güncelliğini yitirmiş, akademik yönden tartışmalı” olarak nitelemesi veya Oxford Üniversitesi’nden Prof. Dr. Niall Ferguson’un, “Uzun, gereksiz sözlerle dolu, anlaşılması güç, tüm zamanların en okunamaz kitaplarından biri” olarak tanımladığı Kapital kimi “iddia”ların aksine, “miadı dolmuş” bir yapıt falan değildir.
Cengiz Hoca’nın kalemindeki keramet, olanca “bitti, aşıldı, miadı doldu” yaygaralarına karşın bu saptamadan taviz vermeyişindendir bir bakıma…
Kapitalizmi kavramanın anahtarıdır, kilit metindir ve Marx için önemli olan, incelediği olguların yasalarıdır.
Onun için daha da önemli olan, bunların değişmelerinin ve gelişmelerinin; yani bir biçimden başka bir biçime veya bir ilişkiler düzenin farklı bir ilişkiler düzenine geçişlerin yasasıdır.
Söz konusu yasa bir kez formüle edildikten sonra, bunu toplumsal yaşamda ortaya çıkan ayrıntılarıyla inceler.
Marx, öncellerinden farklı olarak insanların sömürülmesinin “Nasıl”lığını, yani kapitalizmin ekonomik yasalarını ortaya çıkarıp, çözümler.
* * * * *
‘Alman İdeolojisi’nde “Tek gerçek bilim tarihtir,” diye yazabilen, tarihsel materyalist Marx’ın Kapital’i, hiç kuşku yok ki “Kutsal Kitap” değildir; hiçbir zaman da olmamıştır.
Kapital’in II. Cildini yayına hazırlayan Engels, önsözde Marx’ın kitabının bir tür “kutsal” gibi algılanmasının yanlışlığına dikkat çeker.
Evet, evet Kapital, “Kutsal Kitap” değildir. Aksine her türlü -kültürel, ekonomik, dinsel ve toplumsal- kutsallığa karşı mücadele veren bir yapıttır.
Kapitalizme eleştirel bir bakış açısıyla kaleme alınmış bir başyapıttır. Rosa Luxemburg’un ifadesiyle, “Onun Kapital’i nihai ve değişmez gerçekleri içeren bir kitab-ı mukaddes değil, fakat daha üst düzeyde inceleme, daha ileri aşamada bilim araştırması ve gerçeği bulma yönünde daha çok mücadele için tükenmez bir teşvik kaynağıdır.”
“Kapital’in önemi sadece kapitalizmin bilimsel incelemesi olarak sahip olduğu kuramsal başarıdan kaynaklanmaz. Aynı zamanda insanlığın özgürleşmesi için dünyayı bilinçli bir şekilde değiştirme mücadelesinin kılavuzu olarak tasarlanmıştır. Marx’a göre bu görev kapitalizmin “mezar kazıcısı” olan modern işçi sınıfının omuzlarındadır.
Kapital, bir üretim biçimi olarak kapitalizmin oluşumunu, işleyiş mekanizmalarını ve bu mekanizmaların neden kapitalizmin sonunu getirecek dinamikleri hazırladığını anlatır. Kapital’de konu edilen tarihsel malzeme ve kuramsal tartışmalar, büyük ölçüde kapitalizmin doğduğu ilk ülke olan İngiltere ile ilgilidir.
Marx, Almanca kaleme aldığı eserin “Önsöz”ünde, “Ama eğer Alman okur, İngiliz sanayi ve tarım işçilerinin durumuna omuz silker; ya da iyimser bir biçimde Almanya’da işlerin bu kadar kötü olmadığı düşüncesiyle kendini avutursa, ona açıkça şunu söylemeliyim: ‘de te fabula narratur!/ anlatılan senin hikâyendir!’,” derken; Romalı şair Horatius’un bir dizeleriyle hepimizi uyarmaktadır.[11]
Biz(ler)e, bizim ücretli kölelik hikâyemizi; sadece ekonomik değil; aynı zamandan diyalektik materyalist felsefe ile anlatarak; ufuk açıcı bilgileri sunan Marx’ın, Kapital’i muhteşem analizlerle doludur.
Post-modernlerin “iddia” ettiği gibi, asla, “basit bir indirgemeci mantık”tan malûl değildir!
Marx’ın değeri, değişimi, sömürüyü, artı değeri, kârı inceleyerek; kapitalizmin eleştirel çözümlemesi olan Kapital’in devamı ise Lenin’in, ‘Emperyalizm’idir.[12]
Kapitalizmin işleyişinin anlaşılması; insanların özel mülkiyet rejiminde neden sömürüldüklerini; bu rejimin kendi çelişkileri ile neden onu yıkacak bir devrime doğru geliştiğini anlamaya olanak veren bir yapıttır.
Topluma, bireylere içine düştükleri ekonomik ve mali çıkmazın nasıl bir şey olduğuna ve bundan çıkış yollarına dairdir. Bundan ötürü XIX. yüzyılda yazılmasına karşın, XX. ve XXI. yüzyılda hâlen başvurulan bir klasik olagelmiştir.
Söz konusu yapıtta Marx kapitalizmin, kapitalistlerin niyetinden bağımsız olarak neden sömürüye dayanması gerektiğini, mutlak ve nispi artı-değer kavramları ile açıklar. Sistemin kendi iç yasalarını ve bu yasalar gereği neden çözülmek zorunda olduğunu çözümler.
* * * * *
Düşüncelerini destekleyin desteklemeyin, her şartta ufuk açar Marx.
Jacques Derrida’nın, “Kapital’de okuduğumuz her şeyin, Marx’ın sonlu bir çılgınlığa yöneltmiş olduğu bir bakış açısı olduğunu aklımızdan çıkarmayalım,”[13] notunu düşmesi boşuna değildir.
1844’te Engels Marx’a “Kapital’in yayımlanma zamanı geldi, bitir artık şunu, oyalanma,” dediği hâlde ancak 20 yıl sonra yayımlayabildiği yapıt özetle; kapitalizmin emekçileri ücretli köleler hâline getirip, işçi sınıfını oluşturduğu vurgusuyla ekler: Kapitalizmin, artı değeri sömüremediği zaman yıkılır ve burjuvaların emeği sömürmeden, zengin olamazlar.
Son söz yine, “Tıpkı bir dinde insanın kendi beyninin ürünü olan şeylerin yönetimine girmesi gibi, kapitalist üretimde de insan kendi elinden çıkma ürünler tarafından yönetilir,” diyen Karl Marx’tan…
Ve bu bağlamda Cengiz Hoca’nın yazdıklarına gelince; O, bunları (ve ötesini) anlatıyor hepimize; “Mutato nomine de te fabula narratur/ Bu öyküde bir başka ad altında senin sözün ediliyor,” dercesine; ve çözümüyle…
Kapital günümüzde de yol gösterici, çözümleyici bir rehber olduğu ölçüde Cengiz Gündoğdu’nun ‘Kapital’in Mantığı-Maddeci Diyalektik Mantığa Giriş’i bu başyapıtı -mantığı ve felsefesiyle- anlayıp, yorumlamaya kılavuzluk etmektedir.
26 Şubat 2020 15:52:04, İstanbul.
N O T L A R
[*] İnsancıl, Yıl:30, No: 357, Nisan 2020…
[1] Ludwig Andreas Feuerbach.
[2] Cengiz Gündoğdu, Kapital’in Mantığı-Maddeci Diyalektik Mantığa Giriş, Tekin Yay., 2019, 109 sayfa.
[3] yage, s.107.
[4] yage, s.29.
[5] yage, s.20-23.
[6] yage, s.101-102.
[7] V. İ. Lenin, Materyalizm ve Ampiryokritisizm: Gerici Bir Felsefe Üzerine Eleştirel Notlar, Çev: Sevim Belli, Sol Yay., 1976.
[8] Karl Marx, Almanca ikinci baskıya önsöz, Karl Marx, Kapital, Sermayenin Üretim Süreci, Cilt: I, Çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1965.
[9] Cengiz Gündoğdu, Kapital’in Mantığı-Maddeci Diyalektik Mantığa Giriş, Tekin Yay., 2019, s.9..
[10] Turan Alptekin, Ahmet Hamdi Tanpınar: Bir Kültür, Bir İnsan, İletişim Yay., 2001, s.22.
[11] Yapıttaki şu tespitler 1970’ler ve sonrası Türkiye’sini ne de güzel anlatmaktadır: “Önce zorla toprakları ellerinden alınan, evlerinden atılan ve işsiz güçsüz serseriler hâline getirilen tarımsal nüfus, işte böyle damgalanarak, işkence edilerek ücret sisteminin gerektirdiği disipline sokuluyordu. Devamlı nispi bir artı-nüfus yaratılması ise, emek gücüne olan arz-talebi ve dolaysıyla ücretleri her zaman sermayenin gereksinimlerine uygun bir düzeyde tutar. Ekonomik koşulların dışında doğrudan kuvvet kuşkusuz hâlâ kullanılır, ama ayrıksı durumlarda. Burjuvazi ücretleri düzenlemek için devletin gücünü her zaman kullanır. Bu, ilkel birikim denilen şeyin esas öğelerinden biridir.” (Karl Marx, Kapital, Sermayenin Üretim Süreci, Cilt: I, Çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1965, s.701.)
[12] V. İ. Lenin, Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, Çev: Cemal Süreya, Sol Yay., 1969.
[13] Jacques Derrida, Marx’ın Hayaletleri, Çev: Alp Tümertekin, Ayrıntı Yay., 2001.