Bugün, Paris’te Pere La Chaise Mezarlığında, komünarların battaniyelerine sarılı olarak yatan sosyalist militan sanatçı, Türkiye ve Kürdistan’da çeyrek asrı aşkın süre, üçüncü sinema kuşağına öncülük yapmış ve toplumcu sanat ve estetiğe kayda değer katkılar sağlamış, edebiyatçı, romancı, şair, kuramcı ve eleştirmen Yılmaz Güney´i sonsuz yolculuğa uğurladığımızın 33. yıldönümü.
Yılmaz Güney hakkında çok şey yazıldı ve söylendi. Filmler, belgeseller çekildi. Magazin basınında hakkında yığınla spekülasyon yapıldı. Bir yandan da hayatı boyunca kendisini faşizmin mazgalları arkasında çürüten burjuvazi ve onların sözde mürekkep yalamış, kalemşörleri Yılmaz Güney’i kapitalist pazarın metası haline getirmek için yoğun bir çaba içerisindedirler. O Anadolu yoksul halkının gönlünde ‘Çirkin Kral’, feodal baskıya karşı ayaklanmanın Koçero’su ve Kozanoğlu’su, kabadayı, bazen umutsuz aşkların ırgatı olarak gönüllere taht kurmuş…
Biz, sosyalist, aydın, militan, devrimci sanatçı Yılmaz Güney’in, toplumcu, gerçekçi sanatı, sınıf mücadelesinin en etkin mücadele araçlarından birisi olarak nasıl ele aldığı üzerinde duracağız.
Yıl 1937 Türkiye’sidir! 1 Nisan’da kan davalarından kaçmak zorunda kalmış, Siverek’li bir baba ile Varto’lu bir bir annenin çocuğu olarak Adana Yenice Karataş Yüreğir köyünde topɾaksız bir köylü ailenin iki çocuğundan biri olarak dünyaya gelir Yılmaz PÜTÜN. Kendi söylemine göre PÜTÜN soyadı kırılması zor sert meyve çekirdeği demektir. Topraksız yoksul bir ırgatın çocuğu olarak o dönem Türkiye’sinde feodal baskı ve yoksulluk içinde, 9 yaşında çalışmaya başlar. İlk işi dana gütmekti. Pamuk işçiliğinden çobanlığa, simitçilikten kuryeliğe kadar birçok işle uğraştı. Irgatlık yaparak, su ve gazoz satarak büyür. Çocukluğu dünyanın İkinci Emperyalist Paylaşım savaşına doğru hızla ilerlediği ve savaşın acımasızca Türkiye üzerinde ekonomik ve siyasi etkiler bıraktığı bir dönemdir. Bereketli topraklardır Adana. Kürdistan ve Türkiye’de akın akın topraksız köylüler, pamuk ve çeltik tarlalarında çalışmak için gelir. Kent merkezi çırçır fabrikalarının ve montaj sanayinin yoğun olduğu bir yerleşim alanıdır. Feodal toprak ağalarının ve komprador burjuvazinin bu kadar içiçe yaşadıgı istisnai bölgede Yılmaz, yoksul bir Kürt –zaza ailesinin çocuğu olarak, ülkedeki toprak sorununu ve çarpık kapitalist ilişkiler içindeki çelişkileri gözlemleyerek büyür. Bunun yanında bir kürt olarak ulusal kimlik bilinci kazanmaya başlar. Liseyi doğduğu kentte okur. Bu dönemde “Doruk” adında bir sanat dergisi hazırlar.
Adana’da bir süre Kemal ve And Film şirketlerinin bölge temsilcisi olarak çalıştı. Bisikletiyle sinemadan sinemaya 16 milimetrelik film bobinleri taşıyarak sinemaya ilk adımını attı. Adana o dönemde İstanbul merkezli film şirketlerinin yoğun ilgi duyduğu bir bölge idi. Sadece sinema alanında değil, edebiyat alanında bir çok yazarı doğuran bereketli topraklar idi Adana. Özellikle bu dönem ‘Köy Romanları’ geleneğine damgasını vuran bu kentte Yılmaz Güney’de sanata merakı nedeniyle çeşitli hikâyeler yazıyordu. 1955’te kaleme aldığı “3 Bilinmeyenli Eşitsizlik Sistemleri” adlı öyküsünde komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle takibata uğradı ve hakkında dava açılır. Bu dava Yılmaz’ın ilerde 2 yıl hapiste yatmasının yolunu açacak ve bu mahpusluk yılları onun devrimci bilincinde bir sıçrama yapacaktır. Liseyi Adana’da bitirir ve liseyi bitirdiğinin ardında 1955 yılında Ankara hukuk fakültesine girer, maddi olanaksızlıklar yüzünden devam edemez. Bir kaç dergi çıkarma girişimi başarısızlığa uğrar ve Adana’ya dönmek zorunda kalır. Güney bu yıllarda yeniden İstanbul’da İktisat Fakültesi’ne kaydını yaptırır, okumak için İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’ne başlar. Yeşilçam’da muhasebecilik, figüranlık, senaryo yazarlığı yaparak günlük yaşamını sürdürmeye çalışan Yılmaz Pütün daha sonra Yılmaz Güney olarak ilk sinema oyunculuğuna adımını “Bu Vatanın Çocukları” filmiyle atar ve İstanbul’da Atıf Yılmaz’la beraber senaryosunu da yazdığı Ala Geyik filminde baş rol oyuncusu olur.
İstisnalar hariç Amerikan sinemasının yerli taklitlerini yapan Yeşilçam sinemasının mevcut çizgisine karşı, kendisini Anadolu’da tanıtacak ve sevdirecek ilk toplumsal gerçekçi sinema süreci başlar. “Tütün Zamanı” onu büyük kentlerde değil fakat Anadolu’nun sinema salonlarında tanıtır. Yoksul seyirci kendi sorunlarına eğilen ve haksızlıklara karşı başkaldıran kendi kahramanını bulur. Bu dönemde lise yıllarında ”On üç” edebiyat dergisinde yayınlanan ”Üç bilinmeyenli Eşitsizlik Sistemleri” adlı öyküsünde, ”neşren komünizm propagandası yapmak” suçundan hapse mahkum edilir. Daha Komünizmle ilgili hiç bir bilgisi yoktur oysa. Yılmaz’ın bu ilk hapishane hayatı ‘Boynu Bükük Öldüler’ adlı romanını yazdığı dönemdir. Nevşehir cezaevinde köy romanları ve edebiyatı akımının temsilcisi niteliğinde olan bu Roman 1972 yılında Orhan Kemal Roman ödülü alacaktır.
Yılmaz Güney, İkinci Emperyalist Paylaşım savaşına müteakip, bağımsızlıklarını kazanan veya sosyalist devrimlere ve savaşımlara sahne olan ülkelerde başlayan ‘Üçüncü Sinema’, biçimsel olarak esas itibarıyla ‘İtalyan Yeni Gerçekçilik’ akımının yalın ve parıltısız kodlarını incelemiş ve bu dünyanın bir parçası olarak Türkiye ve Kürdistan’da adım adım çözülen feodaliteye, dinsel bağnazlığa ve çarpık kentleşme ve kapitalizmin yarattığı çelişkilere karşı keskin bir mevzilenmeye bürünen ‘Üçüncü Sinema’nın ülkemizdeki ilk en önemli temsilcilerinden biri olmuştur. Devrim öncesi sanat olarak adlandırılan “Toplumsal Gerçekçilik Örgüsü” içinde 1960 sonrasında kısmi özgürlüklerin açtığı yolda, Metin Erksan’ın ‘Susuz Yaz’, ‘Yılanların Öcü’, Ertem Göreç’in ‘Karanlıkta Uyananlar’ı ve Duygu Sağıroğlu’nun ‘Bitmeyen Yolu’nu, feodalite ve burjuvazi karşıtlığı anlamında ilk örnekler olarak görmek mümkündür. Amerikan sinemasının maceracı kurguları, Avrupa sinemasının burjuva yaşam tarzını ve sovyet sinemasının aristokrat zümresini ele alan sinemasının karşısında, Brezilya, Arjantin, Küba ve Bolivya kaynaklı yoksulluğun, açlığın, şiddetin estetiğini merkezine koyan ‘Üçüncü Sinema’ akımının Türkiye’deki militan öncüsü Yılmaz Güney filmlerinde gelenekselleşmiş sinema kalıplarının dışına taşan veya bilinçli olarak dışında kalan bir koda karşılık gelir. İşçilere, köylülere, yoksullara hitap etmeyi amaçlayan filmlerinde sadece çelişkilere ve feodal baskılara ve burjuva yaşam biçiminin çürümüşlügüne parmak basmaz aynı zamanda sistemi degiştirmek için toplumsal direnişin ve devrimci şiddetin meşruluğunun kodlarını vermeye çalışır. Arkadaş filminde bir sahnede “Yoksulluğun Fotoğrafını” çeken turistleri göstererek, biz yoksulluğumuzdan utanmayız, esas utanması gerekenler bizi bu yoksulluğa mahkum edenlerdir diyerek, yoksulluğun ve açlığın estetiğini sahiplenir.
Yılmaz Güney’in sinema sanatı yanında edebiyat alanında çalışmaları devrimci mücadele için en etkin mücadele araçlarından biri olarak ele alır. Hedef sadece günümüz çarpıklıklarını ortaya koymak değil, gelecek devrimci mücadele için etkin silahlar yaratmaktır ona göre.
Yılmaz Güney, Umut, Sürü, Yol ve Duvar’la beraber tatlı su aydınlarının, suya sabuna dokunmayan popülist ve kaypak zorlama eserlerinin ve kuru sloganlara dayalı yaşamdan kopuk ürünlerinin karşısında, ezilen ve sömürülen yoksul halklar adına bambaşka bir sanat türünün var olabileceğini kanıtladı.
Devrime ve sosyalizme olan bağlılığı, onu dünyayı değiştirmek için kültür sanatı ve edebiyatı, devrimci mücadeleyi ileriye taşıyan ve etkileyen önemli bir silah olarak yaratma çabasına yöneltir. Sanat ve edebiyatın devrimci mücadeledeki rolünü küçümseyenleri şiddetle eleştirir. Özellikle ‘Aydınlık’ gazetesinden Erkan Yücel, Osman Şahin ve Nezih Coş’un kendisine ortak olarak yazdığı yazıya cevaben çıkarmayı düşündüğü GÜNEY dergisi için verdiği cevap, kültür ve sanat faaliyetlerinin devrimci rolüne bakış açısını belirgin bir şekilde ortaya koymaktadır.
- Proleter devrimci mücadeleye sanat alanında hizmet edecek, proletarya partisinin oluşmasına ve inşası görevlerine katkıda bulunacak bir kültür-sanat dergisine ihtiyaç vardır.
- Önümüzdeki devrim, proletaryanın öncülüğünde gerçekleştirilecek ‘Demokratik Halk Devrimi’dir. Başta proletarya olmak üzere, DHD’ye katılabilecek bütün sınıf ve tabakaların aydınlarını, yazarlarını, sanatçılarını, ayrıca hangi sınıftan, hangi ulustan olursa olsun DHD’ye hizmet etmek isteyen, yazar ve aydınları, sanatçıları ilkeli bir biçimde dergi çevresinde toplamak, onlarla dayanışma kurmak, onların yalnızca sanatsal çabalarıyla değil, aynı zamanda toplumsal ilişkileriyle de DHD’ye hizmet etmelerini sağlamak enerjilerini en yararlı biçimde, edebiyat, sinema, müzik, tiyatro vb. alanlarda (kolektif ve bireysel) değerlendirmek ve en geniş kitlelere ulaşmalarının yolunu açmak derginin başta gelen görevidir.
- Dergi, emperyalizme, sosyal emperyalizme, uluslararası gericiliğin şu ya da bu biçimine karşı, dünya halklarıyla birlikte mücadele etmeyi görev sayarken, özellikle iki süper devleti, dünya halklarının baş düşmanı olarak görür. Bu noktadan hareketle, ABD ve Sovyetler Birliği halkları da dahil olmak üzere, bütün dünya halklarının devrimci sanatına ilgi duyarken, özellikle proletarya diktatörlüğü altındaki sosyalist ülkelerin ve Asya, Afrika, Latin Amerika’nın ezilen halklarının sanatını birinci derecede tanıtmayı başta gelen amacı bilir. Ayrıca, dünya proleter sosyalist hareketinin ürünü olan sanat eserlerini ve sanatçılarını halkımıza tanıtmak, onların geniş kitlelere ulaşmalarını sağlamak görevimizdir. Kapitalizmin yeniden kurulduğu eski sosyalist ülkelerin devrimci geçmişlerine ve geçmişin devrimci ürünlerine saygıyla sahip çıkarız.
- Konumuz gereği, çeşitli sınıf ve tabakalarla, çeşitli siyaset ve ideolojilerin etkisi altında bulunan, hatta bize karşı olan siyaset ve ideolojileri savunan unsurlarla bağlarımız vardır. Bu nedenle, Türkiye’de devrimci sanatı geliştirmek, ancak, faşizmin, revizyonizmin, oportünizmin, reformizmin, şovenizmin, her türlü gericiliğin ve feodal düşüncelerin kültür sanat alanındaki uzantıları üzerine yürümekle, onların maddi köklerini yok edebilecek siyasetin öncülüğüne kavuşmakla mümkündür. Mücadelemiz, sadece revizyonizme, oportünizme, maceracılığa karşı olmakla sınırlı olamaz.
- Özelikle, ezilen kürt ulusu ve diğer azınlık milliyetler ve halkların sanatının tanıtılmasına önem verilmelidir.
- Dergi, kitlelerle daha sıkı bağlar kurmak için, kitlelerin eleştirici soluğunu üzerinde duyabilmek için, gece, toplantı, yürüyüş, açık oturum, seminer vb. gösterilerin düzenlenmesinde, kendi sınırlarını taşmayacak biçimde çalışmalar yürütülmelidir.
- Dergi, içten eleştirilere sayfalarını açmalı, okuyucu mektuplarını değerlendirmeli, güdümlü eleştiri ve mektuplara karşı uyanık olmalıdır.
- Dergi, kitle eğitiminde, sanat ve kültür görevlerinin daha iyi anlaşılması için, bilimsel yazılara ve yayınlara yer vermelidir. Ayrıca, roman, hikaye, şiir, senaryo yarışmaları düzenleyerek kitlelerin sanatsal ve kültürel hareketini teşvik etmelidir (Siyasal Yazılar, cilt 1. 1978.)
Militan bir devrimci sanatçı olarak Yılmaz Güney, dünyayı değiştirmenin temel kriterinin insanın kendi iç dinamiklerini değiştirmekten geçtiğini savunur. Çalkantılı özel yaşamını ele alarak, kendi zaaf ve eksiklikleri üzerinde kafa yorar ve lümpen, küçük burjuva zaaflarını yenmeden gerçek sosyalist bir devrimci kişilik geliştirilmeden hiç kimsenin devrimci mücadelede başarı gösteremeyeceğini söyler ve ciddi bir özeleştiri sürecinden geçer. “Gerçeğe uygun olmayan temeller üzerine kurulu olan herşey, gerçeğin ateşi karşısında erir; yıkılır. Hayatındaki yalanları, zaafları, o yalanlara, zaaflara tekabül eden bütün ilişkileri, nesnel koşulların elverdiği, oranda temizler. Yalnız kalmaktan korkma. Gerçek seni güçlendirecektir” (Siyasal Yazılar, cilt 1, s.1O6-107). ”Ben, içinden geldiğim sınıf üretim faaliyetlerinden ötürü, çeşitli nitelikte zaaflar taşıyan bir adamım, geçmişimde, siyasi, sınıf bilinci yetersizliğim nedeniyle, bilimsel sosyalizme ters düşen görüşlerim, tavır ve davranışlarım olmuştur. O zamanlar da bu olumsuzlukların bilincindeydim. Özellikle Selimiye, aklımın başıma gelmesinde önemli bir yer tutar. Selimiye’nin dar olanakları içinde bile olsa.. Olumsuzluklarımın kökünü kurutmak için kendi içimde amansız bir sınıf mücadelesi vermeye koyuldum. Yine biliyordum ki, devrimden önce sosyalist bir bilinç ve ahlaka tam anlamıyla, arı bir biçimde sahip olmak mümkün değildi. Çünkü, gerçek anlamda sosyalist bilinç ve ahlaka sahip olmak için, bizzat sosyalist üretim ilişkileri içinde olmak ve bu ilişkilerin özüne inanmak gerekir… Sınıflar var oldukça, kalıntılara tekabül eden anlayışlar da varlığını sürdürecektir. Dışa karşı mücadelenin temel koşullarından biri iç birlik ve sağlamlıktır. İçten çürük, tutarsız olan hiç bir şey, dışa karşı başarılı olamaz.” (Siyasal Yazılar, s.107).
Yılmaz Guney’in siyasi görüşlerinde ve oluşturmaya çalıştığı parti programında şüphesiz bir dönem evinde sakladığı için 3 yıl cezaevinde yattığı Mahir Çayan’ın etkileri yanında İbrahim Kaypakkaya’nın programatik görüşlerinin derin izlerini görmek mümkündür. Ancak öncü savaşı tezlerini şiddetle red eder. “Ülkemizde bu evrensel gerçeği reddeden, proletaryanın sadece ideolojik öncülüğünün sözünü eden ve modern revizyonist tezlere sahip çıkarak ‘öncü savaş’ görüşünü savunan küçük burjuva siyasal akımların varlığı, proletarya devrimi ve proletarya diktatörlüğü için mücadele eden Marksist-Leninistler önünde, modern revizyonizme, yeni oportünizme ve her türden dar görüşlülüğe, grupçuluğa, amatörlüğe ve sağ hastalıklara karşı mücadelenin yanında, ciddi bir sorun olarak durmaktadır” der.
Yılmaz Güney, Dünya Komünist hareketinin ve Ekim devriminin açtığı yolda Marksist-Leninist düşüncenin militan bir savunucusu olarak Türkiye devrimci mücadele sahasında yerini almıştır.
Yılmaz Güney Mao Zedung’u, Çin devriminin büyük önderi ve Marksist-Leninist olarak görür ve Marksizm-Leninizme katkılarını küçümsemez ve inkar etmez, ancak Mao Zedung’u 5. usta olarak görmez. Özellikle Mao Zedung’un felsefi çözümlemelerine büyük önem addeder ve parti içinde iki çizgi mücadelesi tavrını savunur. ÇKP’yi dönem dönem yalpalamasına karşın esasında Marksist-Leninist görür ve reformist, kapitalist, burjuva çizgisine karşı Mao Zedung çizgisinin doğru bir çizgi olduğunu savunur. Yılmaz Güney, “Büyük Proleter Kültür Devrimi”nin önemini yeterince incelememiştir.
1957-60 deklerasyonu karşısında ÇKP’nin tavrını doğru bulur ve Stalin sonrası Sovyet’lerde ortaya çıkan Kruşçov revizyonizminin dünyada emperyelistlerle barış içinde bir arada yaşama çizgisini emperyalizme teslimiyet çizgisi olarak mahkum eder.
Çekoslovakya sonrası Sovyet’lerin revizyonizmden, sosyal-emperyalizme kaydığı tespitlerıne katılır ve özellikle TKP/ML’nin “Sovyet Sosyal Emperyalizmi” yerine kullandığı “Rus Sosyal Emperyalizmi” kavramına sahip çıkar.
İbrahim Kaypakkaya çizgisini ve Mahir Çayan’ı Mihri Belli, Aybar-Aren Boran ve sağ oportünist çizgiye karşı tepki olarak ortaya çıkan esasında Marksist-Leninist çizgiler olarak ele alıp incelemeye değer görür. TKP/ML ve takipçileri ile sürekli diyalog arayışında olur.
Türkiye’nin sosyo-ekonomik yapısı hakkında “Yarı-sömürge, Yarı-Feodal, geri Kapitalist” bir ülke tespiti yapar. Türk burjuvazisini “İşbirlikçi Tekelci Burjuvazi” olarak konumlandırır. Kompador niteliğinin tekelleşmesinin önündeki engelleri tespit etmede yetersiz kalır.
Kürdistan’ın sömürge olduğu tespitini yapar ancak Kürdistan ve Türkiye proleteryasının çıkarlarının ortak mücadeleyi gerektirdiğini savunur. Uzun vadede birleşik bir Kürdistan merkezli Türkiye, İran, Irak ve Suriye halklarını kapsayan “Demokratik Bir Halk Cumhuriyeti ve Ön Asya Sosyalist Cumhuriyetler Birliği” stratejisi ile hareket eder.
Türkiye devrimini “Toplumcu Demokratik Halk Devrim”i olarak hedefler, “Halk Savaşı” kavramını kullanır. İşçi sınıfının önderliğinde, “İşçi-Köylü İttifakına” dayalı “Demokratik Halk Devrimi” yoluyla kırlarda ve şehirlerde yükselecek mücadelenin tek merkezde buluşmasının sağlanacağı kitlesel bir ayaklanmanın mümkün olacağını savunur. Devrimci stratejik hedefler konusunda “feodal kalıntıları ve bir sömürgeyi bağrında taşıyan, emperyalizme bağımlı kapitalist üretim ilişkilerinin egemen olduğu, yarı sömürge bir ülkenin çocuklarıyız. Ülkemiz çok uluslu bir ülkedir. Önümüzdeki devrim, yarı-sosyalist karakterli, anti-emperyalist halk devrimidir.
İşçiler, köylüler, şehir küçük burjuvazisi, orta burjuvazinin emperyalizme karşı duracak kesimleri, ezilen kürt ulusu ve diğer azınlık milliyet ve halklar, bağımsızlıktan yana olan herkes devrimin güçleridir. İşçi sınıfı, ideolojik, politik ve örgütsel alanlarda devrimin önder gücüdür. İşçi-köylü ittifakı devrimin temel gücüdür. Demokratik devrimi, sosyalist devrime ulaştıracak olan da bu ittifaktır.
Görevimiz, emperyalizmi, sosyal-emperyalizmi ve onların faşist, revizyonist, gerici işbirlikçilerini yenilgiye uğratmak, feodalizmden kaynaklanan her türlü gericiliğe ve halkın gelişen mücadelesini çarpıtan reformizme, özellikle de ‘Üç Dünya Teorisi’ni savunan sağ oportünist, reformist çizgiye hayat hakkı tanımamak, ‘sol’ oportünist siyasetleri mahkum etmek ve sınıfsız toplumun koşullarını yaratacak sosyalist devrimin yolunu açacak olan ‘Demokratik Halk Diktatörlüğü’nü kurmaktır.
Ülkemizde devrimin düşmanları bunlardır. Düşmanlarımızı belirledikten sonra, bunlar arasında kimleri birinci plana alacağımızı da doğru saptamak zorundayız. ABD emperyalizmi ve Rus sosyal-emperyalizmi, bu iki süper devlet, gerek bizim, gerekse bütün dünya halklarının baş düşmanlarıdır. Baş düşmanlarla bilinçli ilişkiler içinde olan, varlıklarını onların varlığına bağlayan faşistler ve sosyal faşistler de baş düşmanlarımızla birlikte ele alınmalıdırlar. Ve esas olarak, hedefimiz bu iki süper devlet olmakla birlikte, diğer emperyalistler ve gerici güçler mücadelenin dışında tutulamazlar. İki baş düşmandan, ülkemiz için asıl darbe, ABD emperyalizmine ve onların çıkarlarını saldırgan bir bağlılıkla savunan faşistlere vurulmalıdır. Faşizme ve ABD emperyalizmine karşı mücadele ancak ve ancak Rus sosyal-emperyalizmine ve revizyonizme karşı tutarlı bir mücadele temelinde başarı kazanabilir. Bu anlamda, revizyonizme ve sosyal-emperyalizme karşı mücadele, temel olmak zorundadır.” tespitlerini yapar.
Silahlı mücadelenin esas olduğu tespitini yapar, şiddetin sadece toplumsal şiddet esasına dayanması gerektiğini savunarak, hiç bir şart altında “Bireysel Terör”e alan bırakmaz. “Bireysel Terör”ün bazen zorunlu gerekliliği gerçeğini göremez.
Her türlü revizyonizmle, oportünizmle ve liberalizmle uzlaşmayı ilkesel olarak red eder. Ona göre; bireyler, gruplar, partiler, kendi içlerindeki sınıf mücadelesini temel alarak, revizyonist, reformist, oportünist etkilerden, her türlü burjuva alışkanlık ve eğilimlerden, feodal davranış biçimlerinden, şovenizmin etkilerinden, liberalizmin etkilerinden kurtulmak için, bilimsel sosyalizmin öncülüğünde savaşmalıdırlar.
Yılmaz Güney Den Siao Ping gibi “Kapitalist Yolcuların” başlattıgı, ÜÇ DÜNYA TEORİSİ’ni karşı devrimci bir teori olarak mahkum eder. Özellikle ülkemizde bu tezin temsilcisi “Aydınlık” hareketini Türkiye halkları açısından büyük bir tehlike olarak ve oportünizmin kalesi olarak görür.
AEP, ÇKP çekişmesinde M. Şehu’nun ÇKP ve Mao Zedung hakkındaki tespitlerini AEP’in bizzat kendi kendisini ve geçmişini inkarı olarak değerlendirir ve HK, DHB ve HB gibi hareketlerin bu tezlere balıklama atlamasını tutarsız ve devrimci ciddiyetten uzak görür ve mahkum eder.
Teori ve Pratik: Kirli bir sabun, el yıkanırken temizlenir arkadaşlar. Bizler de olumsuzluklarımızdan, ancak iş görerek, yani devrimci mücadele içinde yer alarak temizlenebiliriz. Kirli bir sabunu suyun altına tutun, temizlenmediğini göreceksiniz. Pisliklerle kaynaşmış sabun, ancak elimizi yıkarken temizlenir. Başlangıçta elimiz de pislenir, fakat sonunda hem sabun hem de elimiz temizlenir. Bizler de, sadece teorik çalışma yaparak, okuyarak arınamayız. Böyle bir tutum Troçkist kadro eğitim anlayışıdır. Su ile el yıkama hareketi birleşecektir. Yani teori ile pratik birleştirilmelidir. Teorinin kavranıp kavranmadığı pratikte belli olur. Teorinin kitleleri eğitip eğitmediği de kitle hareketlerinin niteliğinden belli olur. Devrimci sanat da devrimci pratik için önemli araçlardan sadece birisidir. “Sadece doğru fikirleri ve toplumsal yaşamı, hikaye, şiir, roman, film vb. kalıpları içinde kabaca yansıtan sanatı kuru slogan düzeyine indiren tutum, niyeti ne olursa olsun, devrimci sanat adına layık olamaz. Böylesi ucuzluklarla çok karşılaşacağız ve böylesi ucuzluklarla mücadele etmek devrimci görevdir” diyordu. (Siyasal Yazılar 1, s.21)
Güney devrimci sanatı bugünün görevleriyle sınırlamıyor, devrimci sanatın; gelecek devrimci ve sosyalist toplumu kuracak insanların duygularını, düşüncelerini ve bilincini eğitmede büyük ve önemli bir rolü olacağını düşünüyordu. Bir sanatçının niteliğini belirleyen ölçütün, toplumsal pratik olduğunu söyleyen ve ”herhangi bir ülkede, devrimci bir sanatçının görevlerini ve sorumluluklarını saptarken, o ülkenin tarihini, toplumsal ekonomik ve siyasi yapısını, o ülkedeki toplumsal kurtuluş mücadelesinin düzeyini, kitlelerin sanat ve kültür ilişkilerinin düzeyini doğru kavramak gerekir” diyen sosyalist militan bir aydın olarak Yılmaz Güney için dogmaların bizleri çepeçevre kuşattığı döneminde, ‘Sosyalizmin Rönesans Aydını’ demek abartı sayılmaz sanırız.
Yılmaz Güney sanat olarak sinemayı yürürlükteki emperyalist sistemin öncülük ettiği siyasal ve dinsel erklerin ve bunların oluşturduğu gerici, faşist ve baskıcı kurumlarının tartışılması, teşhir edilmesi, incelenmesi ve buna karşı dünya emekçilerinin emek özgürlüğü ve ezilen ulusların bagımsızlığı yolunda görsel bir eylem felsefesi olarak kullandı. Bunu yaparken “Tarihi Diyalektik Materyalizmi” kendisine rehber edindi. Her Türlü soyut, post- modern, metafizik burjuva sanat anlayışını red ederek sanatın toplumun bir aynası ve yansıması olarak toplum içindeki aksaklık ve çürümüşlükleri de ortadan kaldıracak bir mücadele aracı oluğunu ve olması gerektiğini savundu.
Toplumsal devimci bir mücadele aracı olarak sanatı yaratmanın ve pratikte uygulamanın olmazsa olmaz ölçütü, sanatçının buna uygun yetkinliğidir. O’na göre bu yetkinlik, disiplin, çalışkanlık, kollektif yaratıcılık, devrimci ahlak,ile donanmak iken, kıskançlık, dedikodu, kendini begenmişlik kariyer gibi her türlü küçük burjuva hastalıklarından arınma, gibi özelliklerle donanmakla mümkündür.
Gerek kitaplarında gerekse de filmlerinde somut, kuru slogancılığa kaçmadan militan bir kavgacı olarak, yaşayan insanın sorunlarıyla yakından ilgilenmiş, insanlığı geniş biçimde kucaklamaya çalışmış, yeni yaşam koşullarını başlatmada etkili, dirençli, istekli bir kavga adamı olarak tarihte hak ettiği yeri almıştır. Yılmaz, devrimci tetikleyici güç olarak “Üçüncü Dünya Sineması” aracılığıyla genelde emperyalizme ve özelde ülkemizde “Feodal Toprak Ağalarına ve Komprador Burjuvazi”nin baskıcı faşist devletine karşı sadece ülke sınırları içinde değil uluslarası platformda ciddi mesafeler katetmiş, bir eylem adamı ve bilge bir halk sanatçısıdır.
Kısacık ömrünü cezaevleri, yokluk ve sürgün olarak geçiren bu büyük dava insanı ve devrimci sanatçıyı, büyük bir saygıyla anıyoruz.
Hollanda`dan Partizan okuru
08.Eylül 2017