Türkiye devrimci ve komünist hareketi çeşitli badirelerden geçerek günümüze kadar varlığını devam ettirmiştir. Ülkemiz devrim ve sosyalizm mücadelesi kendisini bu mücadelenin öncüleri olarak adlandıran yapılar açısından istenildiği oranda mesafe alınarak ilerlememektedir. Ödenen bedellere ve harcanan emeklere rağmen ne yazık ki durum bu minvaldedir. Bu durum, sınıf mücadelesinde öncülük etme iddiasında olan bireylerde çeşitli tepkilere yol açmakta ve çeşitli insan biçimlerini beraberinde getirmektedir. Bunlardan bir kısmı, sınıf mücadelesinden uzaklaşır kendi bireysel yaşam alanlarına dönerken diğer bir kısmı devrim kavgasını son anlarına kadar sürdürür yaşanan olumsuzluk ve her türden- her cepheden saldırıya göğüs gererek devrimci duruşlarını devam ettirirler.
Bu iki ana grubun yanında bir de adeta ” ne yardan ne serden geçerek” devrimci saflarda var olmaya devam edenler mevcuttur. Bu tipler komünist ve devrimci hareketin Marksist temellerden saptırılmasının taşıyıcı kolonları olarak öne çıkarlar. İçerisinde yer aldıkları yapılarda bir biçimde oluşmuş-oluşturulmuş olan prestijlerini kullanarak çizgide deformasyon yaratmak, varolan devrimci-komünist niteliği aşındırmak önemli işlevlerinden olmuştur. Uluslararası komünist ve devrimci hareketin tarihinde olduğu gibi, ülkemiz sınıf mücadelesi tarihinde de bu “iki yanıyla malul” bireyleri fazlasıyla görülmüştür. Bu tipler çekip gidenlerden daha tehlikelidirler, çünkü; çekip gitmemişlerdir, çünkü ; hala “devrimci” hala “komünist”tirler! Bu tipler kendilerini bir nevi “akil adam-lar” olarak görür ya da böyle olduklarına cevrelerindekilerini ikna ederler. Özellikle illegal yapılarda yer alan bu tip bireyler açısından illegalitenin yarattığı gizemi kullanmak ayrı bir avantajdır. Bir biçimde daha önceden tanınıyor olmak zorunludur ki söyledikleri “çarpan etkisi” yaratsın, lafı “para” etsin!.
Bilinir ki, bizimki gibi feodal öğelerin etkin olduğu toplumlarda efsaneler, masallar insan ve topluluk şekillenişlerinde önemli bir rol oynamıştır ve oynamaya devam eder. Çünkü, topluluklar en kolay biçimde kahramanlar ya da çeşitli araç ve yöntemlerle kahramanlaştırılmış figürlerle idare edilebilir. Günümüz emperyalist-kapitalist sisteminde bu daha çok profesyonel bir meslek dalı biçiminde ilerlemektedir. İmaj makerlar, yaşam koçları dahi vardır.
” BEN YAPMADIM MİKİ YAPTI! ” YA DA …
12 Eylül AFC sonrası sinema yapıtları içerisinde dönemi yaşamış olanların çok iyi bildiği “Uçurtmayı Vurmasınlar” adlı bir film vardı. Bu filmde annesinin politik görüşlerinden dolayı hapishanede olması nedeniyle kendisi de hapishanede büyümek zorunda kalan küçük Barış’ın oradaki yaşamı üzerinden var olan durum teşhir edilir. Barış bir gün uyandığında altına işediğini fark eder. Utanır ve çevresindekilere; “ben yapmadım Miki yaptı” der ve külotunun üzerinde fotoğrafı olan Miki Maus’u gösterir.
Konumuzun öznesi olan M. Usta’nin yazısını okuyunca aklıma bu sahne geldi. “Bizim” M.Usta tam da “altına işeyip suçu Miki’ye atma” modun da ama ortada bir gerçek var ki o da : “çiş yapılmış ve külot ıslanmıştır”. Barış küçük bir çocuktur ve masumane bir yönlendirme yapmaktadır. M. Usta ise ne Barış gibi küçük bir çocuktur ne de öylesine masumdur. Sorunların ve yaşananların tam merkezinde bulunmaktadır. “Ben yapmadım Miki(ler) yaptı” diyerek kendisini masumlaştıramaz. Genel geçer doğruları sıralamakla ve popülist politik söylemlerle güzellemeler yapmakla da kendisini aklayamaz. Kaldı ki, kendisini sorunlar üstü göstermek için hayli çaba gösterdiği ve imaj yapıcılığına soyunduğu yazılarında istemeden de olsa kendisini açığa vermektedir. “Dikkatimizi yol haritasını ortaya çıkarmaya yöneltmeliyiz!” başlıklı yazısında yine kendisini “yerdeki kullardan” ayrıştırarak yukarılarda bir yerlerden vahiy indirmeye adamışken aynı zamanda “merdi kıpti şecaat arzederken sirkatin söyler” durumuna düşmüş.
“… “ilkesel” engeller varsa, öncelikli görev, bu ayak bağlarından kurtulmak olmalıdır.” demiş M.Usta. “Tutarlı” bir söz etmiş kendi açısından ama eksik bir yan var bu meselede. Doğrusu su olmalıydı: “Ben, yani M.Usta, hep böyle yaptım ve sizlere de tavsiye ederim. Aynı benim gibi ilkeleri “ayak bağı” olarak gören varsa ilkeleri bir kenara bırakmakta bir sakınca görmesin. Öyle ya, sınıf mücadelesi ilkelere göre değil “taktik”lerle ilerler. Kimse kendisini ilkelerle bağlamasın!”. Bu bir “ironi” mi? Tabii ki değil. Bu mantıktan yola çıkarsak ve az çok herkes kendisine göre doğrulara sahip olduğuna göre insanları bir arada tutan örgütsel, ideolojik, siyasal bir çerçeve çizen ve aynı zamanda örgüt olmanın temel zemini olan bağlayıcı ilkeler gereksizleşmiş olmayacak mıdır?! “Al sana anarşizm” diyeceğim ama anarşistlere haksızlık etmek istemiyorum.
İlkelere en fazla riayet etmesi gerekenlerden biri olan M.”Usta”nin bu sözleri aynı zamanda bir itiraf niteliğindedir. Çünkü kendisini de bağlayan ilkelere riayet etmemekte önceden de sakınca görmemiştir. M. Usta’nın göstermeye çalıştığı ya da bu saptamasının altına sıraladığı gerekçeler demagoji yapmanın ötesinde bir anlam ifade etmemektedir. Burada sorun her devrimci tarafından kabul edilen “somut şartların somut tahlili” ve buna göre biçim almanın, esneklik sağlamanın çok ötesindedir. Herkes kendisini allame-i cihan , “akıl küpü”, “geleceği en iyi gören” , “nesnelliği en iyi anlayan” yani tüm üstün nitelikleri kendisinde toplayan nadide bir şahıs olarak görebilir. Narsist olmanın sınırı yoktur ama bu ancak o kişiyi bağlar ve “sihirli aynası”yla arasındaki muhabbet bizi ilgilendirmez. Ne yazık ki o masalda en sonunda sihirli aynanın da gerçeği söylediği bilinir ama, her ne kadar fazlasıyla “masal” dinliyor olsak da konumuz bu değil! M. “Usta” yapıda yaşanan çok başlılığın, legalizmin kutsanmasının, verili çizginin deforme edilmesinin baş aktörlerindendir. Bu yüzden de yetkisini bu tarzda “ilkeleri bir kenara bırakarak”, yapıya göre değil kendisine göre bir şekilleniş ve anlayış yaratma çabasına girmiştir. Bunda önemli oranda başarılı da olmuştur. O ” ayak bağı” olarak tarif ettiği ilkeleri ve bundan çıkan yetkiyi kullanarak var olan “ayak bağı ilkeler” karşıtı bir şekilleniş yaratmıştır. Öyle ya “soyut teorik tartışmalarla” kendimizi niye bağlayalım! “Kahrolsun soyut teorik tartışmalar” , “Kahrolsun ayak bağı ilkeler”. “Eseriyle” övünebilir M. “Usta”!
TEK KÜREKLE SANDAL SEFASINA ÇIKILMAZ
Haksızlık yapmayalım! O “birlikçidir”! Bilenler bilir, tüm “kritik dönemler”de o hep “birlikçi” olmuştur. Tam da bu yüzden her böylesi dönemde uzun bir süre ” taraflar üstü ” gibi görünmeyi becermiştir! Bu anlamıyla gayet “ilkeli” olduğu bilinir! Fakat ortada göze çarpan bir gariplik vardır. Örneğin “birlikçi” arkadaşımız çok “birlikçi” olmasından olsa gerek ki, somut süreç özgülünde neredeyse başından bu yana bu yazısında olduğu gibi “nalıncı keseri” gibi hep bir tarafa doğru yontmuştur.” İlkeleri ayak bağı” görmeyenlere veryansın etmiştir. Verili “irade”nin hangi plan ve amaçlar doğrultusunda ” iradesizleştirilmeye “çalışıldığını ve orta yerde “dönen dolapları ” çok iyi bilmesine rağmen , “taraflar üstü” ve “birlikçi” yazılarını hep bir tarafa yollamıştır! Bu yazılarında da yine “çok birlikçi” olmaktan kaynaklı olarak hep “diğer taraf”ı eleştirmiş, kitleleri bu yönlü yönlendirmiştir. Ne güzel “birlikçilik” değil mi! Ortalıkta dolaşan yalana-dolana, en aşağılıkça propagandaya tavır almış mıdır? Cevap orta yerde durmaktadır. Ama “haksızlık” yapmayalım bu yazısında bir cümle ile değinmiş; “Kim ne söylerse söylesin, bu süreçte burjuva çöplüğünün ürünü olan bu paslı silahlar kullanıldı.” Peki esas olarak kim ya da kimler kullandı diye soracak olursak alacağımız yanıt “herkes” olacaktır ama kendisi de çok iyi bilmektedir ki bu tarzın bir kaynağı ve bu kaynağın sahipleri vardır. M.”Usta” bu kaynağı ve kaynağın sahiplerini oldukça iyi bilmektedir! Genelleme yapmak ve “suçu” sahipsiz bırakmak “taraflar üstü” görüntüsünü pekiştirmede önemli bir işlev görür, bu yüzden “genelleme” yapmak daha getirisi olan bir yöntemdir:
“Oportünizmle savaştan söz ederken, bugünkü oportünizmin her alanda gösterdiği karakteristik bir özelliğini, yani bulanıklığını, şekilsizliğini kaypaklığını hiç akıldan çıkarmamalıyız. Oportünist kişi, yapısı gereği, her zaman açık ve kararlı bir tutum takınmaktan kaçınacaktır; her zaman orta yolu arayacaktır; her zaman birbirine karşıt görüşler arasında bir yılan gibi kıvır-kıvır gidip gelecek, her ikisiyle ‘görüş birliği’ içinde olmaya ve fikir ayrılıklarını küçük değişikliklere, kuşkulara, masum ve dindarca öğütlere, vb. indirgemeye çalışacaktır.” (Lenin)
Peki, M.Usta’nin bu tavrı yeni bir durum mudur? Değildir.
Yazının bütününe baktığımızda içerisinde herşeyi bulmak mümkün! Bir cümlesini alıp eleştirdiğinde karşına başka bir cümle çıkarılıp o eleştiri mahkum edilebilir! Çünkü, yazı “ortaya karışık bir salata” gibidir. İsteyen istediği “sebze”yi yiyebilir. Bu yazım tarzı ve ele alış biçimi masumane değildir, zehirlidir. Bir taraftan “gelenek”, “ortak yürüme” vb. kavramlar sıkça kullanılıyorken diğer taraftan karşı tarafa açık bir yönlendirme esas amaçlanandır. Sorunların kaynağı ve nedeni ; “Şunu söylemem, hiç kimseye haksızlık olmayacaktır. Geçmişteki mevcut “yönetim”, izlemiş olduğu pratikle yalnız kolektifin iradesine karşı bir saygısızlık yapmadı. Aynı zamanda kolektifin yeni yönelimine karşı da bir sabotaj yaptı.” diyerek okunu istediği yere fırlatmıştır. Görüntünün aksine az biraz samimi olsa kendi olduğu dönemde geçerliliğini tartışmadığı, birilerinin bunu gündeme getirmesine karşı tartışmayı bloke ettiği bugün nedense aklına gelmemektedir. Malum iradeyi kimlerin hangi numara ve hesaplarla boşa çıkarmaya çalıştığını samimiyet ve sorumluluk bilinci ile ortaya koymalıydı Bu anlamda birlikçilik söylemi samimiyetten yoksun bir söylemdir ve kitleyi aldatmaktan öte bir anlam ifade etmemektedir. Bu tarz bir söyleme kendi yazısından bir cümle eklemek yerinde olacaktır; “Diğer bir ifadeyle yoldaş olmasını beceremedik, hiç olmazsa devrimci ahlak ve adalet ölçülerini zorlamayacak bir ilişki tarzını sürdürmeyi başarmalıyız.”
M.USTA’NIN TEVİL YOLUYLA İKRARI!
“Yeni yönelime karşı sabotaj ” tanımlaması önemlidir. Kimin “ yeni yönelimi ” ve nedir bu “ yeni yönelim”? “ Yeni yönelim ” dediği şeyi açıklamasını önermek iyi olacaktır. Ama somut ortaya koymalı, “Kürt ulusal sorununa daha fazla duyarlılık ”, “ daha fazla kitleselleşme ” vb. ağızlara pelesenk olmuş tekerlemeleri değil ayak bağı olarak görülen şeylerin alternatiflerini ortaya koymalı ki kimin neye ve hangi ölçütlere göre “ sabotajcı ” olduğu ortaya çıksın. Belki, böylece çeşitli demagojik söylemlerle manipüle edilenler de yaşanan farklılaşma ve ayrışmanın gerçekte hangi ideolojik, politik, örgütsel ve stratejik yönelimler üzerine oturduğunu görebilirler. Eğer “yönelimden” kastı başka bir şeyse, düşmanın bunu nasıl sabote ettiği ve ortaya çıkacak sonucu nasıl engellediğini de yazmalıydı. Zira yönelim şekillenmiş ve çıkacak sonuçta belliydi. Düşman yönelimiyle sabote olan aslında belirgin olmuş netleşme ve kararlaşma halidir. Bu sabote olma halini fırsat belleyip, iradeyi ve tamamlanması gereken yönelimi bir kez de içerde sabote edenlerin adresi ise bugün destek verdikleridir. Bu o kadar açık ve nettir ki M.Usta bile bu gerçekliği karartamaz.
Demiş ki,” Bugün ortaya çıkan farklılıklar yeni değildir. Ve biz bu farklılıklarla birlikte yürüyorduk. Bu durumdan rahatsız olan kimi arkadaşlarımız tabii ki vardı. Kimi zaman açıktan, kimi zaman da kapalı kapılar ardında “Bu böyle gitmez” veya “gelen gelir, gelmeyen gelmez” temelinde yükselen bu isyancı yakınmacı sesleri duyuyorduk.” ‘Duyuyorduk’ demiş ya ,” nereden duyuyormuş acaba?! Basın ve yayın organlarından mı? Yoksa sosyal medyadan mı?! Traji-komedi dedikleri bu olsa gerek! Senin dediğin gibi olsun ve diyelim ki bu “yakınmacı sesleri ” duydun. ” Suyun başında” olan biri olarak ne yaptın?! Suyu bulandırmalarına müsade mi ettin, yoksa suyu korumaya mı çalıştın? Öyle ya, seni o suyun başına “ayak bağı” ilkeleri uygulayasın ve suya mikrop bulaşmasına izin verme diye koymuşlardı. Unuttuysan hatırlatalım!
“Yakınanlar” olarak bahsettiği kişiler tam da M. “Usta”nin yukarıda bahsettiği “ilkeleri ayak bağı ” gören ve bu temelde belli bir anlayış ve pratik birliği içerisinde birlikte hareket edenlerdir. Nitekim bu anlayış sahipleri fırsatı buldukları ilk anda “bu böyle gitmez” , “gelen gelir gelmeyen gelmez” diyerek kendi anlayışları doğrultusunda bir “yol haritası” çıkarmışlardır! “Usta” ve “çıraklar” arasındaki uyuma bakın! Tebrik etmek lazım! “Kapalı kapılar ardından” çıkılmıştır.
” Bugün ortaya çıkan farklılıklar yeni değildir. Ve biz bu farklılıklarla birlikte yürüyorduk.” cümlesi doğrudur, katılmamak mümkün değil. Fakat burada başka bir doğru daha vardır, o da birileri bu farklılıklara rağmen birlikte yürürken bir şeyleri “ayak bağı” olarak görmemiş ve bu “ayak bağları”na uygun hareket etmiş, birileri de bu “ayak bağları”nı bir kenara atarak kendi “dogmatik olmayan” anlayışları doğrultusunda ilişkiler geliştirmiş ve şekillenişler yaratmaya soyunmuştur. M. “Usta”nın “Sular yavaş yavaş nasıl kayaları aşındırırsa, başarısızlıklar sonucunda umudu değil, umutsuzluğu körükleyen söylemler de döne döne tekrarlanırsa, güvensizlik derinleşir. Örgütsel kopuşlar bir çıkış yolu olarak görülür. Tarihimiz bunun örnekleriyle süslüdür.” sözlerine katılmamak mümkün mü?
“Dar, dogmatik yaklaşımları öteden beri reddettiğim bilinmektedir” cümlesi (meselenin kişisel yanını bir kenara bırakırsak) Türkiye devrimci hareketi tarihinin en fazla kullanılan cümlelerinden biridir. Bu tanımlama yeni bir pozisyon almaya çalışan bir çok birey ve yapının “can simidi” olmuştur. “Yeni durum” ancak bu cümleyle meşru hale getirilebilir! Öyle ya ne de olsa; ” Marksizm bir doğma değil eylem klavuzudur” ya da “değişmeyen tek şey değişimdir”. Kendi başına güzel ve üzerinde neredeyse herkesin rahatlıkla hemfikir olacağı saptamalardır. Öte taraftan da bıkkınlık vermektedir her çizgiden “savrulan”ın bu formüllerle “savrulmaya” “kılıf” bulması. Şöyle söylemek daha dürüstçe olmaz mı; “Arkadaşlar, ben bugüne kadar ki çizgi ve anlayıştan farklı düşünüyorum ve buna uygun arkadaşlarla kendimize farklı bir rota çizeceğiz”. Böylesi bir yaklaşım ve kendini ortaya koyuş biçimi daha devrimci bir tavır olmaz mıydı? Bu kadar demagojiye, yalana-dolana, çamur atmaya ve kirlenmeye yol açmadan herkesin kendi yoluna gitmesi daha iyi olmaz mıydı? Olurdu. Böyle açık ve dürüst bir tavır koymak yerine adeta bulunduğun yapı içerisinde “bozgunculuk” yapmak ve var olan çizgi ve anlayış dışında bir “taraftar” kitlesi oluşturmak hem de “ayak bağı” olarak gördüğün ilkelerin sana sağladığı alan ve zırhı kuşanarak bu “dogmatik olmayan” anlayışını yapı içerisine yaymak hangi ölçütlerle tanımlanabilir?!
“…son yıllarda değişime dair kolektifin bünyesinde olumlu bir rüzgar esiyordu. Ve bu da bize sorunlarımızı doğru yöntemlerle çözebileceğimiz umudunu veriyordu. Yani tartışma süreci içinde olan birçok yoldaşımızın elinde kazma-kürek değil, kitap vardı. Gerçekleri nesnel olgularda arama çabası vardı “. Birilerinin elinde “kazma-kürek” birilerinin elinde “kitap” varmış! Sakın o ” kazma-kürek” dediğin “ayak bağı” olarak tanımlanan ilkeler olmasın M.”Usta”? Sen ve senin gibi düşünenler açısından “kazma-kürek” olarak adlandırılan bizler açısından ise onların adı ilkelerdir. Dogmatikliğimizi affet artık! Biz ilkeleri savunmayı ve onları “kazma-kürek” olarak görmemeyi belki de en çok sizlerden öğrenmiştik! Yoksa “dün dündür, bugün bugündür” mü demeliyiz?! Anlaşılan öyle demeliyiz, çünkü “dogmatik” olmayacağız! Ülkemiz devrim mücadelesini hallettik sırada Ortadoğu var, yakında dünya devrimine de soyunuruz! Öyle ya “dilin kemiği yok” nasıl olsa!
Buradan bir şey çıkmaz diyerek hiç bir yazıyı okumayanlara, tartışmaya katılmayanlara, her fırsatta güvensizlik belirtip güvensizlik yayanlara biz oy vermedik, sen verdin. Kimin elinde kazma kürek var kimin elinde kitap be usta.
ZAYIF ATA, KUYRUĞU YÜK OLUR!
HBDH meselesi üzerinden “…sosyal şoven etkiler olabilir” gibi uyduruk suçlama ve algı oluşturma çaban ise bir başka garabettir. Gerçeklikle hiçbir alakası olmadığını en iyi bilenlerden biri olmana rağmen bu demagojiye sarılman ise içine düştüğün girdabın ve zayıflığın somutlanmasıdır. Ayrıntılı bir cevap vermek dahi gereksizdir. Anlamsız bir suçlamayı “anlamlandırmak” olacaktır ama; “Kuyruk” olmaktan imtina etmemiz, ulusal sorunun “anayasalcı” çözümde aramamamız, ulusal hareketin hassasiyetlerinden yararlanarak “pragmatizmin” zirvelerinde dolaşmayı reddetmemiz, “tek ülkede devrim” perspektifinde ısrar edip hayali “ortadoğu devrimi” safsatalarına prim vermememiz, sınıf mücadelesinin merkezine Proleter iktidar perspektifini koyuyor olmamız, seçim sürecinde olduğu gibi düzenden ciddi anlamda memnuniyetsiz kitlelerin enerjisini seçim sandıklarına hapsetmeyi reddediyor olmamız, “adına parlamento denen ahırı” umut olarak göstermekten kaçınmamız, Türkiye’de yaşayanlarla kıyaslandığında orta sınıf düzeyinde ekonomik ve sosyal imkanlara sahip Avrupalı kitlenin “sınıfsal” pozisyonuna uygun teorik zorlamalarla oluşturulmuş radikallikle süslü reformist, öncünün öncülüğünü iğdiş eden “ileri” ve “dogmatik olmayan” politik, örgütsel ve ideolojik bir duruş sergilemekten kaçınmamız vb. ne devrimci-ilerici güçlerin birlikteliğine karşı olmamızdan ne de “sosyal şoven” olmamızdandır. Tam aksidir, sen ve seninle benzer anlayışta olanlar açısından “ayak bağı” olan ilkeler bizlere göre olmazsa olmazdır. Varlık zeminimizi bu ilkeler çerçevesinde anlamlandırırız. İlkeleri pragmatizme ve ilkesizliğe kurban etmeyiz. Aramızdaki fark budur ve oldukça derindir.
” Bana göre o tarihi koşullarda bu denli ileri noktalara dikkat çeken bir irade, bugünkü Kürt coğrafyasındaki nesnel durumu yaşamış olsaydı, bırakalım bu türden tartışmaları yürütmeyi, bizi daha yeni gerçeklerle yüzleştirirdi…” diyerek İbrahim yoldaş’ın da kendisi gibi düşüneceğini açıklamaya çalışması ise saçmalığa zirve yaptırmasıdır. Kendisine İbrahim’den destek bulamayacağını iyi bilir ama, yine de İbrahim’e tekrardan bakarsa orada göreceği en temel ve vazgeçilmez olan ilke Proletarya partisinin bağımsız ideolojik, örgütsel ve politik hattıdır. Gerisi laf-ü güzaftır.
“Denilebilir ki, sürece damgasını vuran proleter renk değildir. Proleter rengin buraya damgasını vurup vurmaması, proleter hareketin sorunudur. Bu asla ve asla oluşan haklı ve meşru platformun varlığını yadsımaz, tartışma konusu yapmaz.” gibi oluşan platformun niteliğini, hedeflerini, ittifakın merkezinde ve belirleyen olarak yeralan gücün sürdürdüğü ittifak ilişkilerini ve bu ilişkilerinin niteliğini, bu ittifakın bilerek ya da bilmeyerek nasıl bir sınıf uzlaşmacılığına düştüğünü, bölgesel gelişmelerde emperyalistlerle kurulan taktik ilişkilerin tehlikeli yanlarını ve bizi etkileme durumunu, proletarya partisinin anlık-günlük çıkarlara kurban edilerek nihai amacından nasıl uzaklaştırıldığını, verili güç ilişkileri içerisinde “…proleter rengin damgasını vurması”nın imkansızlığını politika ile azçok ilgilenmiş herkesin görebileceği vb. onlarca soru ve gerçeği hasıraltı eden bir oportünizme onay vereceğini iddia etmek İbrahim’den hiçbir şey anlamamaktır.
GÖZLERİ KÜLLENMİŞLERİN “ANKA KUŞUNA” DÖNÜŞÜMÜ!
“Gözlerinde devrimin alevleri değil, külleri olan insanlar böylesi süreçlerde kolektifin, devrimin derdine değil, kendi derdine düşerler. Ne yazık ki, soru sormanın, sorgulamanın zayıf olduğu süreçlerde bu “şahsiyetler” yeniden kendine yer bulabiliyorlar.” sözlerine katılmamak mümkün değil. Son şehitlerimiz senin bu haddini aşan sözlerine ve kimin gözlerinde “kül” kimin gözlerinde “devrimin ateşi” yanıyor demagojine de anlamlı bir yanıttır.
Bir bölüm arkadaşı bir kenara bırakarak söylüyorum ama dön bir bak birlikte yürüdüklerine, bakalım ne göreceksin? Kimin gözünde “devrimin alevleri değil küller” var ve kimler kendisine “sorgulamanın zayıf olduğu süreçlerde yer bulabiliyorlar”?! Ama bu sorunda gerçeği ama yalnızca gerçeği söylesen o durumda bu kurduğun cümle seni bumerang gibi vuracaktır. Yapmazsın, yapamazsın ve ne yazık ki kibir ve taraf olmaktan kendinden geçmiş egonla dün söylediklerinin bugün tam tersini söylüyor ve yapıyorsun. Ama bu pragmatist ve ikiyüzlü yaklaşım biraz ortak buluşma noktanız olmuş. Biraz olsun mütevazi olmak iyidir ve sana zararı olmaz. Azbiraz bekle, bizlere düşmanlık üzerinden oluşan “devrimci şahlanış” nasıl olsa bir süre sonra sönüp gidecek. Her birey kendi gerçekliğiyle orantılı olarak asıl niteliğine bürünecek ve o zaman “ak koyun kara koyun” belli olacak! Manipülasyon ve demagoji ancak bir süre idare eder. Ömrü sınırlıdır.
“Aklına estikçe” ağzına geleni söylüyorsun. Ortalıktaki “sessizliği” çok “haklı şeyler” söylüyorsun bu yüzden bir şeyler söylemiyoruz ya da söyleyemiyoruz sanmayasın. Yeterince tahribat oluştu, artık herkes kendi işine gücüne baksın diye düşünmemizdendir ;”Edepli edebinden susar, edepsiz ben susturdum zanneder”.
“Harç bitti yapı paydos” M.”Usta”. Hiç değilse bu aşamadan sonra “birlikçilik” demagojisi yapmamalısın. Öyle üstten üsten “akıl verme” modundan çıkman , “vahiy” yollamaktan vazgeçmen, mütevazilik kisvesi altına gizlediğin “tavan yapmış ego”ndan sıyrılman daha faydalı olur. Yoksa “arsızı cehenneme atmışlar en harlı benim ateşim “modunda”, “vahiy yollamaya” devam edebilirsin.
“İlkeleri ayak bağı” olarak görmeyen “yenilikçi” yoldaşlarınla hangi “ilkeler” üzerinden bir hem fikirlik sağlayacaksın o da büyük bir muamma(!) Kolay olmayacağını biliyoruz ama sana kolay gelsin. Yeter ki, “gölge etme başka ihsan istemez”.
” Kimle gezdiğinize, kimle arkadaşlık ettiğinize dikkat edin . Çünkü; bülbül güle, karga çöplüğe götürür” (Mevlana)
BİR PARTİZAN