Kaypakkaya’nın maruz kaldığı işkence bile tek başına onun adını tarih kayıtlarına geçirebilecek önemdeydi. Türk Devleti, kendisine yönelik bu sertlikte bir saldırı ile ilk kez yüz yüze kalmıştı. Ve kin üzerine kurulmuş adalet anlayışı misliyle yanıt vermek istedi Kaypakkaya’ya. Parçalanmış bir beden kalmıştı ondan geriye, ama bir daha yıkılması mümkün olmayan bir de devrimci abidesi.
Ama bilirim ki ‘kararlı bir devrimci olarak’ onu “önder” yapan özellik bu yanı değildi. O, aynı zamanda teorik saptamalarıyla, Türkiye’de çağının tanımlarını zorlayan, onları aşan biridir. Onun düşünsel ufku, esas olarak Kemalizm’i yorumuna dayanmaktaydı. Çünkü Türkiye solunun, daha oluşum aşamasındayken Kemalizm ile oluşturduğu göbek bağı koparılmadan ne Kemalizm’in asli mirası olan Türkiye Cumhuriyeti devletine karşı bir devrimci mücadele verilebilir, ne de Kemalist milliyetçiliğin tek ulus ilkesine karşı halklar ya da sömürgecilik sorunu ele alınabilirdi. İşte bu anlamda Türkiye sosyalist hareketinin tarihinde, sistemle bütün ideolojik bağlarını koparmış olarak devlet karşısına radikal çıkışın ilkidir Kaypakkaya. Başka bir deyişle, solun neredeyse bütününün içerisinde şekillendiği bu resmi ideoloji ile göbek bağını ilk koparan devrimci önder olmasıdır.
Yarım kalmış bir girişimci olarak Kıvılcımlı’yı bir kenara koyarsak, Kaypakkaya, sadece düşüncesiyle değil, ama eylemiyle de resmî ideolojinin mutlak reddidir.
Sanırım tam da bu nedenle, sosyalist soluyla birlikte Kemalizm ile kirletilmiş bu toplumun aydınları, Kemalizm’le göbek bağını koruyan diğer önderlerini çoğu hayallerde büyütülmüş kahramanlık öyküleriyle ve sempatiyle anarken, kendilerine fazla radikal gelen İbo’yu çoğu zaman görmezlikten geldiler ve susarak boğmak istediler. Kemalizm eleştirilerinde solun Kaypakkaya adını referans verememesinin nedeni işte bu kirlilikti.
******
“Emperyalizme karşı Ulusal kurtuluş mücadelesi veren Kemalist devrim” öykülerinin sosyalist düşünceyi gırtlağına kadar boğmuş, kirletmiş olduğu bir dönemde Kaypakkaya’nın düşünceleri haylice ayrıktır:
“Devrimin önderleri, daha anti-emperyalist savaş yıllarında iken İtilaf emperyalizmi ile el altından işbirliğine girişmişlerdir; emperyalistler Kemalistlere karşı hayırhah bir tutum takınmış, bir Kemalist iktidara rıza göstermeye başlamıştır… Kemalistler, emperyalistlerle barış imzaladıktan sonra bu işbirliği daha da koyulaşarak devam etmiştir… Kemalist diktatörlük, sözde demokratik, gerçekte askeri faşist bir diktatörlüktür. Kemalist hareket, özünde ‘işçilere ve köylülere, bir toprak devrimi imkânına karşı’ gelişmiştir… Politik alanda, hanedanlık çıkarları ile birleştirilmiş olan meşrutiyet idaresinin yerini, yeni hâkim sınıfların çıkarlarına en iyi cevap veren idare, burjuva cumhuriyeti almıştır. Bu idare, sözde bağımsız, gerçekte siyasi bakımdan emperyalizme yarı-bağımlı bir idaredir.” Kaypakkaya, günün görevini “işçi sınıfı önderliğinde ve işçi-köylü temel ittifakına dayanan demokratik halk diktatörlüğünü kurmak” olarak saptadı.
Onun, düşüncelerine katılıp katılmamaktan daha önemli bulduğum yanı, içinde yaşanılan politik sistem gerçekliğini ilk gören devrimci önder olmasıdır. Bu gerçekliği görememek, Mustafa Suphi ve Şefik Hüsnü’yü Kemalist devleti tanımlama darlığına; Deniz Gezmiş’in savunmasında yer alan “anti-emperyalist, devrimci Kemalizm”in Ermeni, Rum ve Kürtlere yönelik katliamlarını açıklayamama çelişkisine; THKP-C Savunması’nı İkinci Kuvayi Milliyecilik övgüsüne düşmesine neden oluyordu.
Oysa Kaypakkaya’nın bu saptaması, Türk devletinin Ermeni, Asuri/Keldani, Rum, Laz, Kürt halklarına ve Alevilere yönelik sürdürdüğü katliamlar gerçeğini açıklayabilen bir saptama idi. Bu anlamda, THKO ve THKP’de belirgin çizgilerle kendini dışa vuran Kemalist etkiyi İbo’da görmek mümkün değildi. Yakın tarihlere kadar sergilenen, sosyalist solun önemli bir kısmının Kemalizm’in ana damarını oluşturan devlet partisi CHP ile geleneksel muhabbeti de yine bu ortaklıktan kaynaklanmaktadır.
Kürt sorununun tarihsel gelişimini incelerken, Kaypakkaya’da var olan bu özelliğin Türkiye solu tarafından daha erken yakalanamamış olmasını büyük eksiklik olarak düşünürüm. Çünkü Türk milliyetçiliğinin ve Türkiye egemen sınıflarının ideolojisi olan Kemalizm’i kökten reddetmeden ne halklar sorununa doğru bir yaklaşım ne de işçi sınıfı ve emekçilere yönelik ciddi bir mücadele örgütleyebilmek olanaksızdır.
Mayıs Şehitlerini Kaypakkaya’nın şahsında Haki Karer’in enternasyonalist ışığı ve Dörtlerin devrim ateşiyle selamlıyorum.
*****
Türk devletinin gelecek ütopyaları içerisinde bir Kürt soykırımı planı her zaman vardı. Bu nedenle bu devlet hiçbir zaman bir barış projesine gereksinim duymadı. Ayının bildiği öykülerin hepsinin aynı temele dayanması gibi, bu devletin bütün planları katliam üzerine oturtulmuştu. 10 yıllık bir hazırlıkla 1938 Dersim katliamına yönelen “demiryolları ağının” devletin katillerini taşımaktan başka bir amaca yönelmediğini hatırlamadan, hiçbir alt yapıya sahip olmayan Kürdistan topraklarında bu kadar fazla havaalanı, üniversite ve kalekolların ne işe yarayacağını anlamak elbette güçtür.
Büyük fırtınanın yaklaştığını hepimiz hissediyoruz. Bir yandan PKK, çok güçlü bir biçimde saldırı sürecine girdi. Öte yandan diktatörün başkanlık sistemini yasal zemine oturtmak hayalleri de giderek olanaksızlaşıyor. Mevcut Anayasa işletilmiyor ama yenisinin kısa zamanda çıkabileceği de mümkün görünmüyor. AKP dahil, sistem partilerin üçü de bölünme sürecini yaşıyorlar. Aslında hepsi aynı unun hamuru olan yeni partiler sahneye çıkmak üzere. Gelecekte istikrarlı bir hükümet kurabilmek zaten mümkün olamayacak.
Sonuç: Bir savaş için her türlü gerekçe Tayyip tarafından hazırlanmış durumda.
O halde, söylenecek tek söz var: Kaypakkaya’ların, Mahirlerin, Denizlerin yolunda; Hakilerin, Kemallerin ışığıyla, Dörtlerin ateşiyle yanarak…