“Bağımsız ve özgür ol! Bir asi ol!
Bir asi kimseye bağımlı değildir.
O kendi eşsizliğine saygı duyar.”[1]
Çok önceleri Fyodor Mihayloviç Dostoyevski’nin, “Bu devir, sıradan insanın en parlak zamanı; duygusuzluğun, bilgisizliğin, tembelliğin, yeteneksizliğin, hazıra konmak isteyen bir kuşağın devridir. Kimse bir şeyin üzerinde durup düşünmüyor. Kendisine bir ülkü edinen çok az. Umutlu birisi çıkıp iki ağaç dikse herkes gülüyor: ‘Yahu bu ağaç büyüyünceye kadar yaşayacak mısın sen?’ (…) İnsanları birbirine bağlayan ülkü tümden yitti, kayıplara karıştı. Herkes, yarın sabah çekip gidecekleri bir handaymış gibi yaşıyor. Herkes kendini düşünüyor. Kendisi kapabileceği kadar kapsın, geride kalanlar isterse açlıktan, soğuktan ölsün, vız geliyor,”[2] diye tarif ettiği hâli -çok sonraları- bugün(ümüz)de yaş(atıl)ıyoruz.
Ütopyalara sırt dönüp, başkaldırıya “Elveda” diyerek aykırıya düşmanlaş(tır)ılmış (rezalet) bir tablo bu.
“Olağan” (denilene) teslim olmuş -ütopyasız, başkaldırısız!- bu bataklıkta insan olmak (ve kalmak) fiilinin büyük hüneri, aykırı yaşamayı göze almaktır.
“Olağan” (denilenin) ahlâki varsaydıkları, kendi ayıp ve kusurlarını ortaya koyan teslimiyetten başka bir şey değilken; sadece “Hayır” diyerek, gerçekten aykırı olabilirsiniz.[3]
Kolay mı? Yalan (ile yanlış)ın orta yerinde doğru, her zaman aykırıdır.
Aykırı olmak, “olağan” (denilenin) yüklerinden kurtulmaktır; küçük başlasa da büyük düşünüp, davranmaktır.
Doğrularından ödün vermeyenlerin beli bükülse de başı dik durur. Malum aykırı farklı olmak, farklı düşünmek cüretidir.
Aykırı, “olağan” (denilenin) binlerce hâline “Hayır” demekken; duruşunuzda aykırıya mündemiç tutku yoksa daha baştan yeniksiniz, hemen pes edersiniz.
Daha yaşanılabilir bir dünya için hayatta dik durmayı başarmak, egemene kafa tutmak devrimci olmaktır; “Ütopya neden bütün devrimci hareketlerin bir koşuludur? Çünkü az çok toplumsal bilincin içinde gömülü olan çokça tarihsel deneyim bize, şimdi erişilemez olan amaçlara, henüz erişilemez durumdayken telaffuz edilmedikleri hâlde, asla ulaşılamayacağını söyler. Belirli bir anda olanaksız olan şey, ancak olanaksız olduğu bir zamanda ifade edilerek olanaklı hâle gelebilir… Bir ütopyanın varlığı, onun sonunda bir ütopya olmaktan çıkmasının gerekli bir şartıdır,” diyen Leszek Kolakowski’nin saptamasına ekler Yaşar Kemal:
“İnsanlar her şeye, her şeye başkaldırmalı… İnsanlar böyle uyudukça, böyle zulüm altında inlemeyi kabul ettikçe insanlığın bir sinekten ne farkı olur, eğer en küçük bir haksızlığa, bir zulme başkaldırmayı akıl etmezlerse, insanlık bundan böyle daha da beter hâle düşecektir… İnsan soyu başkaldırmayı yemek, içmek, yaşamak, uyumak, çocuk yapmak gibi bir yaşama biçimi yapmazsa bugünden de bin beter olacak, içi boşalacak, duymayı, düşünmeyi, sevmeyi, sevişmeyi, dostluğu, arkadaşlığı, göğün, yerin, kurdun, kuşun, akarsuyun, tanyerindeki ışığın, yürekteki sıcaklığını unutacak…”[4]
Tam da bunun için Şêrko Bêkes’in, “Çok şeyler var ki çürürler, unutulur, ölürler./ Saltanat tahtı, tacı, asası gibi./ Oysa bazı şeyler var ne çürürler, ne unutulur ne de ölürler,/ Charlie Chaplin’in şapkası, bastonu, ayakkabısı gibi,” dizelerindeki aykırıya daha fazla muhtacız bugünlerde.
Hani Yılmaz Güney’in, “Ne kemik uğruna köpek olduk, nede menfaat uğruna çakal. Biz hayatımız boyunca hep dik durduk…”
Charles Bukowski’nin, “Kalabalığa karışmak için hiçbir özellik gerekmez. Ama yalnız ve dik durmak için, gerçekten çok şey gerekir…”
Stefano E. d’Anna’nın, “Dik dur ve hiç bir yere yaslanma! Kesinlikle kimsenin seni yorgun, ya da bitkin görmesine izin verme!”
Marcus Aurelius’ün, “Dimdik durmalısın, başkaları seni ayakta tutmasın,” diye tarif ettiği türden ve bunu yaşama geçirenlerden mülhem…
TESLİM ALINAMAYAN CÜRET
Aykırı diz çök(ertile)meyen, teslim alın(a)mayan cürettir: Hallac-ı Mansur, Giordano Bruno, Metin Kurt gibi…
Görüşleri dönemin iktidarını ve (iktidar ile dirsek temasındaki) ilahiyat çevrelerini zorlayan Hallac-ı Mansur; mahkeme sözünde, davasından -asılsa, çarmıha gerilse, eli ayağı kesilse de- asla ve asla dönmeyeceğini haykıran bir cürettir.
“İnsanlar neden bu cennet dünyayı önce cehenneme çevirir ve sonra cennete gitmek için uğraşır?” sorunu dillendiren Hallac-ı Mansur, “Cehennem acı çektiğimiz yer değil, acı çektiğimizi kimsenin duymadığı yerdir,” uyarısıyla boyun eğdirilemeyenlerdendir.
Tıpkı İtalyan düşünür, matematikçi, ozan Giordano Bruno (1548-1600) gibi…
17 Şubat 1600’da Engizisyon’un “kararı” ile bilimsel düşüncelerinden ötürü Roma’daki meydanda – dili koparıldıktan sonra- yakılarak katledilen O, döneminin en cesur felsefe insanı ve özgürlük savunucusuydu.
Sekiz yıl boyunca işkence görmesine karşın görüşlerinden vazgeçmeyen Giordano Bruno’nun yakılıp, yok edildiği sanılan o yerde bugün anıtı yükselir ve meydanın adı da ‘Çiçek Tarlası/ Campo de Fiori’dir
Kolay mı?
“Evren sonsuzdur…”
“Zaman her şeyi alır ve her şeyi verir…”
“Halkın çoğunluğu ona inansın inanmasın, gerçek değişmez…”
“Yaşamı ben de çok seviyorum; fakat gerçeklerim bunun üstündedir…”
“Ne gördüğüm gerçeği gizlemekten hoşlanırım, ne de bunu açıkça ifade etmekten korkarım…”
“Bilgisizliğin azgınlığına karşı savaştım. İnanın ki dünya ihtiyaçları ya da öz saygı için bu acıya katlanmıyorum…”
“Ölümümü bildirirken siz benden daha çok korkuyorsunuz,” diye haykıran bir cüretti, meydan okumaydı O…
“Meydan okuma” deyince Metin Kurt’u hatırlamamak mümkün mü?
“… ‘Atılan her gol emekçinin kalesine atılan goldür,’ diyen Onu dinlerken, ardında 20 senelik bir inceleme, düşünmenin yattığını bilmek lazım. ‘Maç esnasında, sahadayken, tribündeki herkesin duyacağı tek bir cümle söyle’ denseydi ona, tüm taraftarlara ‘gelmeyin buraya’ derdi,” sözleriyle anıyor onu, Metin Kurt’un yakın arkadaşlarından Veysel Atayman.[5]
Galatasaray’dan ayrılma kararını verip, başka bir takıma daha büyük paralara transfer olabilecekken Kayserispor’u neden seçtiğini soran ‘Milliyet Gazetesi’nden Nezih Alkış’a, “Maddi koşullar ötesinde beni fikirlerimle beraber istediler,” yanıtını veren Metin Kurt ekler:
“Haklı bir davada tükürdüğümü yalayarak, Galatasaray’daki egemen olan çevrelere yaranarak Galatasaray’da kalmak, Galatasaray’a ve boğazımdaki lokmanın sahibi sayın sporseverlere ihanetten başka bir şey değildir.”
Metin Kurt denince akla ilk gelen, “Futbol borsada değil arsada güzel”, “Atılan her gol emekçinin kalesine” sözleriyken; “Oyunla spor aynı şey değildir. Örneğin, günümüzde sporların kralı (!) olarak bilinen futbolu ele alacak olursak; puan verme, gol averajı, kümeden düşme, kümeden çıkma vb. kurallar, futbol oyununda bulunmayan dış kurallardır. İşte futbol oyununun bu dış kurallar içine girerek kurumsallaşması futbol sporunu yani rantı oluşturur,” derdi.
Paranın, şöhretin egemenliğince teslim alınamayan bir cüretti Onun ki…
DİK DURAN POLİTİKA
11 Eylül 1973 sabahı Şili’de “Akbabaların Günü”ydü.
Ulusal Güvenlik Danışmanı Henry Kissinger’in, ABD Başkanı Richard Nixon’a notunda, “Eğer Şili’deki kaynakların yeniden dağılımı konusunda başarılı olursa, diğer ülkeler de aynı şeyi yapar,” uyarısının devreye soktuğu darbeyle Şili’nin en karanlık dönemini başlatıyordu.
Karşılarında sosyalist Başkan Salvador Allende vardı.
Hani “Bu koşullarda, sözlerim sadece işçilere: Teslim olmayacağım! Bu tarihi dönemeçte, halka olan sadakatimin bedelini hayatımla ödeyeceğim. Ve onlara, binlerce Şililinin tertemiz vicdanına serptiğimiz tohumların kuruyup gitmeyeceğinden şüphem olmadığını söyleyeceğim. Güçleri var, bizi ezebilirler. Ancak toplumsal dönüşümler ne suçla ne de güçle bastırılabilir. Tarih bizimdir, tarihi toplumlar yapar.”
“Bunlar benim son sözlerim. Fedakârlığımın boşuna olmadığından eminim. Sonunda, en azından, suçu, alçaklığı ve ihaneti cezalandıracak bir ahlâk dersi olacak.”
En son cümleleri buydu onun. José Martí’nin dizelerini hatırlatıyor bize hep: “Varsın hainleri gizlesinler soğuk bir taş altında/ Dürüstçe yaşadım ben, karşılığında/ Yüzüm doğan güneşe dönük öleceğim.
Elinde Fidel’in hediyesi Klaşinkof ile son radyo konuşmasında halka seslenen Salvador Allende, başkanlık sarayı bombalanarak darbeciler tarafından işgal edildiğinde, canlı ele geçirilemedi.
Son anda bile düşmanlarına büyük bir ahlâki ders veren Onun ölümü, kendisine bildirildiğinde cunta şefi Pinochet’nin tepkisi, “Cesedini bir tabuta koyun ve ailesiyle beraber Küba’ya gönderin, herifin ölüsü bile bize problem çıkarıyor,” olmuştu.
Gerçekten de öyle. Ölüsü bile ‘problem’ oldu dünyadaki bütün faşistler için…
Çünkü O, yoksulların başkanıydı; aykırıydı…
Nelson Mandela gibi…
“Ben, tüm insanların uyum ve eşit fırsatlara sahip şekilde beraberce yaşadığı, demokratik ve özgür bir toplum idealini benimsedim. Bu, uğrunda yaşamak ve ulaşmak istediğim idealdir ama gerektiğinde bunun uğrunda ölürüm de,” diyen O, tarihe damgasını vuranlardandı.
“Mücadele”, “Barış”, “Özgürlük”, “Eşitlik”, “Adalet” deyince hemencecik anımsananlardandı.
Yaşama, insanlığa kattığı değerlerle yerkürenin onurlarından, yani umuda can suyu olanlardı.
Mücadeleyle, zorluk, yoksulluk ve hapislerle geçen bir ömür onunki…
27 yılını demir parmaklıklar arasında geçirdikten sonra artan dış baskılar sonucu 11 Şubat 1990’da serbest bırakıldı.
Güney Afrika’da Madiba ismiyle anılan Mandela, anti-sömürgeci ve ırkçılıkla mücadelenin sembollerinden olurken; hepimize şunları öğretti:
“Ben bir komünist değilim ama söylemeliyim ki; bizi onlardan başka da anlayan olmadı…”
“Mücadele benim hayatımdır…”
“Büyük bir tepeyi aştığında insanın bulacağı şey; daha aşılacak çok tepenin olduğudur…”
“Cesur insan korku hissetmeyen değil, korkusunu fetheden insandır…”
“Tercihleriniz umutlarınızı yansıtsın, korkularınızı değil…”
“Hayattaki en büyük zafer hiçbir zaman düşmemekte değil, her düştüğünde ayağa kalkmakta yatar…”
“Yapılana dek, her zaman imkânsız gözükür…”
“Kadınlar bütün baskı ve zulüm zincirlerinden kurtulmadıkça özgürlükten bahsedilemez…”
“Önemli olan teninin rengi değil, değerlerinin rengidir…”
“Hiç kimse ten renginden, geçmişinden ya da dininden dolayı bir diğerinden nefret ederek dünyaya gelmez…”
“Biz beyazlara karşı değiliz, beyazların üstünlüğüne karşıyız…”
“Özgür olmak, sadece birisinin zincirlerini kırması değildir. Ancak başkalarının özgürlüğünü artırmak ve başkalarının özgürlüğüne saygı duyacak şekilde yaşamaktır…”
“Özgürlüğün kolay yolu yoktur. Çoğumuz arzularımıza ulaşmak için ölümün gölgesindeki vadiden tekrar tekrar geçmek zorundayız…”
“Özgürlüğün amacı onu başkaları için yaratmaktır…”
“Özgürlük için gökyüzünü satın almanıza gerek yok. Vicdanınızı satmayın yeter…”
Ve ısrarın, vazgeçmeyişin Türkçesi yani “İnsanın her davranışı ve düşüncesi, toplum içinde, toplumla birlikte, toplum için ve toplum olarak yaşamaktır,” diyen Dr. Hikmet Kıvılcımlı…
O, “Tarafsızlık bizim harcımız değil,” vurgusuyla komünistler için bir düşünce davranış öğretmenidir.
Kolay mı?
“Kimseden proletarya doğruluğu ve yoldaşlığı dışında hiçbir şey beklemedik. Kimsenin de bizden başka şey istemesine göz yummadık…”
“Görev başında ömür merdiveninin son basamaklarına geldik. Kimsenin kara yahut mavi yahut yeşil, elâ gözü için yaşamadık…”
“Yeryüzünde en çok tartışılan bir sözcük varsa, o da sosyalizmdir…”
“Tarihin yörüngesi, en ufak ikircikliğe yer bırakmayacak ölçüde işçi sınıfının yörüngesine girmiştir…”
“İnsanlık bir adım geri, iki adım ileri de olsa, izafî olarak, her seferinde azıcık daha yol alarak, modern medeniyet basamağına doğru yükselir…”
“Düşündüğü gibi yaşamak için güreşmeyen aydın, uşaktır…”
“Parti kurmak turşu kurmaya benzemez,” uyarıları güncelliğini taşıyan O; dik durmanın abidelerindendir…
Tıpkı Mihri Belli gibi…
Marksist-Leninist düşünce ve devrimci eylemlerle 1936’da iktisat okumaya gittiği Amerika’da tanıştı; Yunanistan iç savaşında, partizanların safında tabur komutanlığına kadar yükseldi “Kapetan Kemal”. İki kez ağır şekilde yaralandı.
Mücadele dolu yıllarda, 12 Mart 1971 muhtırasının ardından yakalanmamak için yurt dışına çıktı. Bir süre Filistin Kurtuluş Örgütü’nün konuğu oldu.
7 Nisan 1979’da bir faşistin suikast girişiminde maruz kaldı.
12 Eylül 1980 darbesinden sonra, yine yurt dışına çıktı. Bir süre Ortadoğu’da kaldı.
Toplam 11 sene hapis, 18 sene zorunlu sürgün yaşayan Belli’yi 16 Ağustos 2011’de yitirdik.[6]
El özet O, “Dare a Cesare quel che è di Cesare/ Sezar’ın hakkı Sezar’a” dedirten hakikâtiyle “Devrimin Gezgin Şövalyesi”ydi.[7]
Sonra “Kişiler hakkında nasıl mı karar vereceksin? Hayatlarına bakarak. Bir insan, yaşadığı hayatın insanıdır.” “Eğer bir şey yapılacaksa, onu iyi yapmak gerekir.” “Sosyalist doğulmaz sosyalist yaşanır,” diyen Behice Boran…
77 yıllık yaşamında O, “Hafızanın Onuru”,[8] “İşçi Sınıfının Sosyoloğuydu”,[9] örgütlü mücadeleydi…
“Boran toplumunu aydınlatmak ve değiştirmek için nasıl bir yol izlenmesi gerektiği sorusunun yanıtını sosyolojide değil Marksizm’de bulmuştu. Kazanmaya başladığı sınıfsal bakış açısı onu neyin nasıl yapılması gerektiği konusunda aydınlatmıştı. Sonraları Lenin’i okuduğunda fikirle eylem arasındaki ilişkiyi, pratikte neyin nasıl yapılması gerektiğini kavramaya başladı. Artık Boran’a göre bir fikir sahibi olmak demek, o fikri hayata geçirmek demekti.”[10]
Şu uyarıların takipçisi oldu her daim:
“İşçi sınıfı bu bilgileri, mücadele deneyimlerini, iktidar için gerekli yetenekleri ancak politik düzeyde örgütlenerek, partileşerek kazanabilir. Kendi bağımsız partisi aracılığıyla ancak iktidar olabilir ve iktidarda kalıp işleri yürütebilir…”[11]
“Toplumlar, tarihlerindeki gelişme ve ilerleme atılışlarının doruk noktalarından geçerek, bu doruk noktaları birbirine katışıp birikerek sosyalist çizgiye ve sosyalizm aşamasına gelirler…”
“Kurtuluş mücadele ile sağlanır boyun eğerek değil. Kurtuluş tek tek olmayacaktır. Hep birlikte kurtulacağız. Hep birlikte mücadele edeceğiz. Hep birlikte kazanacağız…”
“Kadın hareketi sınıf mücadelesiyle bütünleştirilmelidir…”
“İşçilerin kaybedeceği hiçbir şey yok, kazanacağı çok şey vardır. Dünyanın her memleketinde işçi sınıfı ileriliğin ve gelişmenin savunucusu olmuştur…”
“İşçi sınıfının mücadele ufku, ücret, ikramiye, kıdem tazminatı, referandum gibi ekonomik sorunlarla sınırlanmamalıdır…”
“İktidar şu partiye değil de, bu partiye sadece oy vermekle gerçekleşmez. İşçi sınıfımızın kendisi iktidar hazırlanmalıdır…”
Özetle “O yüzünü salt Türkiye’ye dönmemiş, ‘Selam Türkiye’nin ve dünyanın aydınlık geleceğine’ söylemiyle politik yaklaşımına evrensel bir boyut getirmişti.”[12]
AYDIN(LATAN)LAR
“Farklı okumalara”[13] açık İbn-i Haldun yapıtlarıyla özellikle de ‘Mukaddime’siyle önemlidir.
“İnsan, alışkanlıklarının çocuğudur,” diyen İbn-i Haldun’un sosyolojiye, siyaset bilimine “asabiye teorisi”yle[14] katkıları ile Karl Marx arasında “paralellik” kurulurken; ‘Mukaddime’ çevirmeni Zakir Kadiri Oğan, önsözde “Onun mülke ve sermayeye saygılı bir sosyalist olduğu iddiasını yazıya geçiriyor”ken;[15] gerçekten de önemli bir âlimdir İbn-i Haldun.
“Siyasal İslâm emperyalizmin baş işbirlikçisidir,” diyen Samir Amin de çağının “İbn-i Haldun”larındandı…
O, “geleceğin her zaman açık olduğunu” savunanlardandı; “Analizimi ve önermelerimi üzerine kurduğum çelişki diyalektiği, ‘geleceğin her zaman açık’ olduğu, ‘tarihin kendisinden önce tarihin yasalarının’ olmadığı ve geleceğin henüz yaşanmamış olduğu anlamına gelir,”[16] derdi.
Karl Marx’ın, “Dünyayı anlamak yeterli değildir asıl olan onu değiştirmektir” tezine sahip çıkarken de “inşa etmek” için yola çıkanların yanı sıra, hepimize görev düştüğünü vurguluyor, “daha mütevazı biçimde bilincimiz elverdiği ölçüde kendisine katkı sunmak istediğimiz bir gelecek hayalini” savunuyordu.
Hepimizi hayata çağıran bu iyimserliğin kaynağında kapitalizmin geldiği aşamayı iyi bilmek yatıyordu. “Çağdaş kapitalizm, artık yalnızca bir sömürü ve emeğin bastırılması rejimi değildir, insanlığın düşmanı hâline gelmiş durumdadır,” diyen Samir Amin, olumlu hiçbir yanı kalmayan, çürümüşlüğü birikimin yıkıcı boyutları tarafından belirlenen kapitalizmin gününü doldurmuş olduğunun kabul edilmesinin gerektiğini savundu hep.[17]
Gerçekten de “6 yaşında, annemle arabadaydım, arabadan inince benim yaşımda yoksul giyimli, neredeyse ayakları çıplak bir çocuk gördüm, çöpü karıştırıyordu.
Anne bu çocuk ne arıyor, diye sordum. Yiyecek, diye karşılık verdi. Neden, yiyecek bir şeyi yok mu? Hayır, onlar yoksul ve yiyecek bir şeyleri yok…
Neden böyle, diye sordum (…) Çünkü dünya kötü şekilde kurulmuş, dedi. Dünyayı değiştirmeliyiz, diye cevap verdim,” diyen Samir Amin sosyalizme daha lise yıllarında tanışıp, Mısır Komünist Partisi’yle temasa geçerek, “Sosyal realitenin Marksist tahliline, çok erken, lise ve üniversite öğrenim yıllarında katıldım ve sosyalizmin kapitalizmin her türlü kötülüklerine, iğrençliklerine karşı yegâne kabul edilebilir ve gerekli cevap olduğunda daha o zaman inandım,” demişti…[18]
‘Tricontinental Enstitüsü Direktörü Marksist Tarihçi Vijay Prashad’ın, “Zekâsıyla büyüleyen bir adamdı, gençlere karşı cömertti ve azimli bir rehberdi…
Firoze Manji’nin, “İnsanın kurtuluş mücadelesine katkısı, özellikle de o zaman Üçüncü Dünya dediğimiz şey konusunda, çok büyüktü… Kendi yapıtları konusunda çok üretkendi ve Marks’ı anlamaya kendini adamıştı, özellikle sermaye konusunda. Marksizme dogma muamelesi yapmayan, fikirleri ve Marks’ın yöntemine dayalı dünya anlayışımızı zenginleştirmeye, evrimleştirmeye, geliştirmeye çalışan çok az kişiden biriydi…”
‘The Global University for Sustainability/ Sürdürülebilirlik için Küresel Üniversite’den Lau Kin Chi, “Dünyanın krizlerine her zaman bilge ve isabetli analizler yapardı, aynı zamanda zorlukları hesaplar ve hareketlere öngörü ve stratejiler önerirdi. İyimserliği bulaşıcıydı, her zaman eylem ve umut fırsatlarına işaret ederdi…”
Fikret Başkaya’nın, “Kelimeler Samir Amin’i anlatmak için kifayetsizdir… O sadece bir Marksist teorisyen, yorulmaz bir militan değildi… Harika bir insandı… Tüm yaşamını ezilen ve sömürülen halkların kurtuluşuna adamıştı… Müthiş bir örgütçüydü,”[19] diye betimlediği, bir itirazın aykırısıydı O…
Ve coğrafyamızdan “Sarsılmaz bir aydınlığın çığlığıydı,”[20] diye betimlenen Server Tanilli…
Kolay mı?
“Faşizm, hiçbir toplum için kader değildir. Yarınlar, ilerici devrimci güçlerin olacaktır. Yani bağımsızlığın, yani gerçek demokrasinin, yani sosyalizmin… Selam o yarınlara,”[21] diye haykıran O, 1402’lik olmuştu…
Çıkarıldığı mahkemede, “Emperyalizme ve faşizme karşıyım. Tam bağımsız ve gerçekten demokratik bir Türkiye’den yanayım.
Kapitalizme karşıyım. İnsanların insanlıklarını bütün boyutlarıyla duyarak ve tadarak yaşayacakları, sömürüsü, nihayet yabancılaşması olmayan bir düzenden yanayım.
Bugünkü ‘geri ve bağımlı’ kapitalizmin devamında yarar gören güçlere karşıyım. Tam bağımsız, gerçekten demokratik, sömürüsü olmayan, ileri ve uygar bir Türkiye’yi yaratacak olan güçlerden yanayım.
Tarihe, içinde yaşadığımız çağa ve topluma bu görüş açısından bakıyorum.
Doğrudur veya yanlıştır, taraftar olunur veya olunmaz, bir bilim adamı olarak kabul ettiğim metot, görüş ve düşüncelerimden dolayı kime karşı sorumluyum? Yaşadığım çağa ve topluma karşı… Ya mahkemelere? Asla!”
Nisan 1978 günü ders çıkışı, Göztepe’deki evine dönerken uğradığı silahlı faşist saldırı nedeniyle 80 yıllık ömrünün yarıya yakınını tekerlekli sandalyede geçirmişti…
Büyük bir dirençle yaşama tutundu. Fransa’ya gidip uzun yıllar Strazburg Üniversitesi’nde çalıştı, 2000 yılında yurda dönüş yaptı.
Ve “Tarih fotoğrafınızı bir kere çeker, dikkat edin gözleriniz kapalı çıkmasın…”
“Var olmayı öğrenmek, büyük bir özerklik ve yargılama yeteneğine bağlıdır…”
“Doğruya inançlar değil bilgi götürür…”
“Din, felsefeye karşı daima dişlerini göstermiştir…”
“İnsanlığın ilerlemesini belirleyen din değil, bilimdir!..”
“Ne var ki insan ekmekle yaşar önce…”
“Bir bölük insanın milyonlarca insanın yiyecek-içeceğini yiyip yutabildiği bir ülkede, hangi erdem, hangi mutluluk olabilir ki…”
“Emperyalist eğilim, yalnız otoriterliği değil, saldırganlığı da beraberinde taşıyor…”
“Savaşların olmadığı, halkların ve kültürel kimliklerin saygı gördüğü, gerçekten barışçı bir dünya kuramaz mıyız…”
“Kapitalist toplumda eğitim, pek doğal olarak, egemen sınıf olan burjuvazinin gereksinme ve isteklerine uygun olarak düzenlenmiştir…”
“Emeğin ve alın terinin sömürülmediği, kadının erkeğe oranla geri sayılıp ezilmediği, insanların tüm yeteneklerinin özgürce serpilip gelişebileceği, insanın kendini insan olarak gerçekleştirebileceği bir toplum düzenine kavuşamaz mıyız…”
“Kapitalizm yıkılacak ve yerine ‘sosyalist düzen’ geçecektir,” diye haykıran, O 29 Kasım 2011 günü yaşama veda ettiğinde ardında bir külliyat bıraktı.
Nihat Behram da Onun için şu dizeleri yazdı: “Sen insanlık katında yücelirken/ Seni düşleyenler cüce kaldılar/ Sende bilgi sende direnç bilendi/ Bilmem ki sana saldıranlar nice kaldılar/ Gövdende çağlar uğulduyor/ Yenilmez dağlar uğulduyor/ Milyarların katliam silahlarına harcandığı dünyada/ Senin varlığında insancıl şarkılar uğulduyor…”
Ve Salih Bolat’ın, “İyi bir entelektüel olmanın ötesindeydi,”[22] derken; Mahmut Temizyürek’in de, “Türkiye’deki evrensel sosyalizm kültürünün ikinci kuşak büyük okulunun bin bir emekle yaşatılan kütüphanesinin kurucusu, yöneticisi, işçisi, düşünürü, yazarı ve savaşçısıydı. İkinci Yeni’nin isim babası, şiirsel meclislerin örgütçüsü şair, ressam ve düşünürdü. Malum iktidar zalimleri onurlu devrimci yaşamının bedelini çok ağır ödettiler ona. Boğun eğmedi hiç, yılmadı, durmadı, düşmedi. Ayakta öldü,”[23] diye eklediği Muzaffer İlhan Erdost, her daim bıkıp, usanmadan bildiği işi yaptı: Yanıbaşında öldürülmüş kardeşinin acısını kalbine gömüp -ama adına da bir İlhan ekleyip-, kitaplar, dergiler, şiirler yazdı, bizim gibi -hiç tanımadığı- binlerce insana yazma, düşünme ve üretme umudunu zerketmeye devam etti.
Nihayet 20 Eylül 1992’de kontrgerilla güçlerince Diyarbakır’da katledilen Kürtlerin sembol ismi, bilgesi ve “Tam bir Kürt beyefendisi idi, aksilikleri de vardı ama bir o kadar da sevimli bir ihtiyardı,”[24] sözleriyle anılan Apê Musa…
Remzi Kartal’ın, “Yaşamını tamamen Kürt halkının özgürlüğüne vakfetmişti,”[25] notunu düştüğü “Musa Amca bir ekoldü… Örneği olmayan ve olmayacak olan… Sevgi dolu, her zaman delikanlı, heyecanlı, korkusuz, ölüme bile ‘kafa tutan’ bir Apê Musa’ydı,”[26] diye ekliyor Eren Keskin de…
Menderes hükümetinin son döneminde, Kürtlerden bin kişiyi 50’şer kişilik gruplar hâlinde idam etmeyi öngören plan uygulamaya konulunca 17 Aralık 1959’a tutuklanan 50 aydın arasında Musa Anter de vardı. Diyarbakır’dan İstanbul’a getirildi ve kendileri için hazırlanan kör hücrelere atıldılar. Tutukluluk esnasında Emin Batu öldüğü için dava, 49’lar davası olarak tarihe geçti. Tutuklananlar 27 Aralık 1959’dan 10 Mart 1960’a kadar hücrede kaldılar ve daha sonra genişçe bir odaya alındılar. Ankara Genelkurmay Mahkemesi’nde idamla yargılanan sanıklar, yargılama sonunda serbest kaldılar.
Musa Anter, 3 Haziran 1963’de bir kez daha tutuklandı. Bu kez, İstanbul’a gelen ve Müslüman Kardeşler için İsrail’den yardım almak isteyen birinin verdiği 23 isimle birlikte Balmumcu cezaevine konuldular. İstanbul’daki üç ayrı askeri mahkemenin davayı kabul etmemesi üzerine, sanıklar bu kez Ankara’ya -Mamak Cezaevi’ne- gönderildiler. Tekrar İstanbul 5. Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılanmaları yönünde karar çıktı. Ancak İstanbul’un teslim almak istememesi üzerine sanıklar bir süre Orhaneli Cezaevi’nde tutuldular ve sonunda İstanbul Sultanahmet Cezaevi’ne götürüldüler. Mahkeme başlayınca önce tahliye oldular ve sonra da beraat ettiler.[27]
O Kürt Aydınlanmasının en ön safındaki organik aydınıydı…
DEVRİMCİ MİLİTAN(LAR)
Açlık grevinde öl(dürül)en İrlanda Cumhuriyet Ordusu’ndan (IRA) “Tarla Kuşu” Bobby Sands için “Baskının ve zulmün olduğu her yerde insanlığın onuru oldu” derdi Denis O’Hearn…[28]
“Sıradan bir insandı ama aynı zamanda çok sıradışıydı. Onun hayatı ile ilgili en önemli nokta bu olağanüstü koşullarda kendine bir izlek bulması ve bir yol çizebilmesiydi. Siyaseti ve yazdığı şiirler arasında bir ayrışma ve kopukluk görmüyordu. Bütün şarkıları ve şiirleri özgürlük üzerineydi.[29] Kendi şarkı ve şiirlerini kullanarak mahpuslar arasındaki morali yüksek tuttu. Bobby bütün bu insanlara içeride özgür olduğunu düşündürdü.”[30]
Kolay mı? Long Kesh Hapishanesi’nde tek tip kıyafet giymeyi reddettikleri için H tipi hücrelerde çırılçıplak bırakılan IRA tutsaklarının battaniyelerinden başka hiçbir şeyleri yoktur. Siyasi mahkûm statüleri ve tüm hakları ellerinden alınan tutsaklar beş yıl boyunca bu insanlık dışı şartlarla mücadele ettikten sonra Bobby Sands öncülüğünde açlık grevine başlarlar.[31]
Bobby Sands, baskının ve zulmün olduğu her yerde insanlığın onuru oldu. Ölüm orucunun altmış altıncı gününde öldü(rüldü)ğünde 27 yaşındaydı; tarih 5 Mayıs 1981’i gösteriyordu…[32]
Onu, IRA’lılardan Francis Hughes, Raymond McCreesh, Joe McDonnell, Martin Hurson, Kieran Doherty, Thomas McElwee; INLA’lılardan (İrlanda Ulusal Kurtuluş Ordusu) Patsy O’Hara, Kevin Lynch ve Micky Devine takip etti. 1981 Ekiminde ölüm oruçları son buldu; İrlanda’nın özgürlük mücadelesi için…[33]
Teslim alınamadı IRA’lı “Tarla Kuşu” Bobby Sands ile yoldaşları…
Sonra da 21 Şubat 1965’te, konuşma yaptığı kürsüde uğradığı suikast ile katledilen Malcolm X…
“Beyaz adam savaştı, biz öldük”…
“İyi siyah veya iyi beyaz olmak gibi bir durum yoktur. İyi veya kötü insanlar vardır”…
“Müslümanlara göre fazla dünyeviyim; diğerlerine göre fazla dindarım…”
“Bir insanın düşünmeye ihtiyacı varsa, gidebileceği en iyi yer, bana sorulursa, üniversiteden sonra, hapishanedir…”
“Eğitimli değilim, herhangi bir alanda da uzmanlığım yok… Ama samimiyim ve samimiyetim benim kimliğimdir”…
“Eğer, dikkatli olmazsanız, gazeteler mazlumlardan nefret etmenizi, zalimleri ise çok sevmenizi sağlar”…
“Bana bir kapitalist gösterin, ben de size bir kan emici göstereyim”…
“Bütün uyuyanları uyandırmaya bir tek uyanık yeter”…
“Eğer uğrunda ölmeye hazır değilseniz, ‘özgürlük’ kelimesini lûgatınızdan çıkarın”…
“Kimse sana özgürlüğünü vermez. Kimse sana eşitliği, adaleti ve başka hiçbir şeyi vermez. Bunları kendin alırsın!”
“Özgürlüğü elde etmenin tek yolu dünyadaki diğer tüm ezilmiş halkları tanımaktan geçer: Brezilya, Venezüella, Haiti, Küba ve evet Küba halkının kan kardeşleriyiz bizler,” derdi O…
Müslüman bir siyasetçi olarak adlandırılmayı her zaman reddeden Malcolm X; soyut bir “insan hakları savunucusu” da değildi. O, Amerikan toplumunda siyah nüfusun beyazlarla eşit haklara sahip olma, yani ezilen bir halkın ezen kimliğe başkaldırarak özgürleşme mücadelesi anlamında “sivil haklar hareketinin” iki ana kanadından birinin önderiydi.
Örneğin, hareketin pasif direniş kanadının önderi rahip Matin Luther King’e yönelttiği eleştirinin dinsel inançla ilgisi olmadığını, söz konusu olanın farklı mücadele stratejileri olduğunu sürekli vurguladı. ABD müesses nizamı tarafından “beyaz düşmanlığı”, “zenci ırkçılığı” ve “şiddet tutkunluğu” yaftalarıyla sürekli karalanmasına rağmen bu farkı tanımlarken oldukça dikkatliydi: “Ben şiddeti savunmuyorum ama öz-savunma durumunda kullanılan şiddeti şiddet değil zekâ diye adlandırıyorum.”
Malcolm X, 1965’e siyasal suikastla yok edildi. Katli ardından ABD’nin her yanında günlerce süren siyah ayaklanmalar polis saldırısı ile bastırıldı.
O, bir savaş karşıtıydı. Daha 1945 askere çağrıldığında, “Askere alınırsam siyah askerleri örgütler, biraz silah çalar ve beyaz adamları öldürürüm” beyanında bulunarak akli dengesinin askerliğe uygun olmadığı raporu almıştı. Siyah özgürlük hareketinin sembol isimlerindendi…[34]
DEVRİMCİ KADIN(LAR)
“Daha çocukken, insanın inancı uğruna ölmeye hazır olması gerektiğini öğrendim”…
“Yaşamın olduğu her yerde savaşmak istiyorum”…
“Eğer erkekler öldürüyorsa kadınların görevi yaşamı savunmaktır”…
“Kadının özgürlüğü tüm insanoğlunun özgürlüğü gibi yalnızca emeğin sermayenin boyunduruğundan kurtulmasıyla olacaktır. Sadece sosyalist toplumda kadınların işçiler gibi haklarının tam sahibi olması mümkündür”…
“Kadın emeği konusunda gerici unsurların, gerici düşüncelere sahip olmaları şaşılacak bir durum değildir. Ancak son derece şaşırtıcı olan, sosyalist cephede de kadın emeğine karşı çıkmak gibi yanıltıcı bir görüşe rastlanmasıdır. Sosyalistler şunu bilmelidir ki mevcut ekonomik gelişmede kadının çalışması bir zorunluluktur. Sosyal kölelik ve özgürlük, ekonomik bağımlılığa veya bağımsızlığa bağlıdır”…
“Kanlı zulümle, terörle, açlık ve savaşla birleşmiş faşizm, paramparça edilip yere serilmeden, aramızdan hiç kimse dinlenme hakkına sahip değildir,” diye haykıran Clara Zetkin, dönemindeki pek çok feminist burjuva kadın gibi kadınların oy hakkı için mücadele etti.
Mücadelesinde ilkelerinden taviz vermeyen Clara Zetkin her zaman, sosyalistlerin oy hakkını destekleyen burjuva kadınlar ile “birlikte mücadele edip, ayrı yürümesi gerektiğini” ileri sürdü.
Onun liderliği, Alman sosyal demokrasisinin programında kadınların oy hakkına yer veren ilk Avrupalı siyasi parti olmasını sağladı. 8 Mart’ın Uluslararası Kadın Günü olmasını teklif eden kişi de Clara Zetkin’den başkası değildi.
Clara Zetkin, kapitalizmde kadın işçilere yönelik baskıları kınadı ve eşit işe eşit ücret hakkından başlayarak kadın işçilerin bütün hakları için mücadele etti.
Clara Zetkin, komünistlere, sadece kadınlara dönük propagandayla yetinmeme ve kadınları devrimci militanlar olarak görme konusunda uyararak şunları söyleyecekti: “Kadınlar arasında faaliyet gösteren birimler, işlerinin sadece sözlü ve yazılı propaganda ve ajitasyondan fazlasını içerdiğini akıllarında tutmak zorundadır. Bu birimlerin temel meselesi -ellerinin altındaki en etkili yöntem olan- eylem yoluyla ajitasyon yapmak ve bütün kapitalist ülkelerde, kadınları devrimci proletaryanın bütün eylemlerinde ve mücadelelerinde, grevlerde, sokak gösterilerinde ve silahlı ayaklanmalarda etkin biçimde yer almaya teşvik etmektir.”[35]
Clara Zetkin’in yolunda ilerleyen Küba Devrimi savunucuları Mirabal Kardeşler’e gelince…
BM tarafından tüm dünyada ‘Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Günü’ ilan edilen 25 Kasım’ı Onlara borçluyuz.
Dominik Cumhuriyeti’nin en karanlık yıllarıdır 1950’ler. Faşist diktator Rafael Trujillo’nun yurttaşlarına kan kusturduğu korkunç bir dönem.
Diktatör gerçek bir canavardı. Gizli polisiyle, geniş ihbarcı ağıyla muhaliflerini katleden…
Trujillo’nun baskıları cinsel arzularına karşılık vermediği bir diktatörün hayatını zindana çevirdiği Minerva ile Patria, Maria Teresa, Dede Mirabal kız kardeşleri yanında eşlerini artık birer muhalif eylemciye dönüştürmüştür. Miraballar, diktatörlüğe karşı mücadelenin her alanında yer almaya başlamışlardır. Broşür, bildiri dağıtırlar, evde silah imal ederler.
Bir fuar ziyaretinde Trujillo’ya yönelik bir suikast girişimi nedeniyle Mirabal kardeşler de tutuklanır. Sonrası özgürlük savaşçıları için kapkaradır…
Dominik kentlerinde Mirabal kız kardeşlerin (Üç Kelebek olarak anılıyorlar) adının bulunduğu birçok sokak, kültür merkezi, okul var. Kendi doğdukları kentin adı da Herman’s Mirabal olarak değiştirilmişti.[36]
Sonra da 22 yaşında katledilen Leyla Qasım…
Kürtlerin mücadele tarihinde önemli isimlerden biri Leyla Qasım. Irak diktatörlüğüne karşı direndiği için idam edilen ilk Kürt kadını olan Qasım, herkesten bir parça oldu: ‘Leyla kî ye? Leyla jin e. Leyla min e’
1974 baharında Baas rejimi Kürtlere karşı savaş açtı, yoğun tutuklama ve katliamlar gerçekleştirdi, birçok Kürt ailesini Bağdat’tan çıkardı. Irak rejimi Qeledize kentini bombaladı ve bombalama sonucunda 3 sivil yaşamını yitirdi. Daha sonra Halepçe’yi bombalayan rejim, birçok sivilin yaşamını yitirmesine neden oldu.
Bu süreçte Leyla Qasım ve arkadaşları, Kürtlerin sesini dünyaya duyuracak bir eylem hazırlığına girdi. Biraz da Filistinli direnişçi Leyla Halid’in uçak kaçırmasından esinlenerek, uçak kaçırma eylemi gerçekleştirmek istediler. Ancak bu eylem başarılı olamadı. Eylem girişiminin başında arkadaşlarıyla birlikte 24 Nisan 1974’te Baas rejimi tarafından esir alındı. Rejimin bütün baskıları ve dayatmalarına karşı Leyla Qasım ve arkadaşları geri adım atmadı.
Leyla Qasım, ağır işkencelerden geçirildi. Kısa süren düzmece bir yargılama sonrasında, idama mahkûm edildi. Ağır işkencelere rağmen teslim olmayan Qasım, diktatör Saddam Hüseyin’in emriyle Cevad Hemevendî, Nerîman Fuad Mestî, Hesen Heme Reşîd ve Azad Suleyman Mîran adlı 4 arkadaşı ile birlikte, 12 Mayıs 1974’te saat 07.00’da idam edildi.
İdam edilmeden önce annesiyle kısa bir görüşme fırsatı bulan Leyla Qasım, annesine “Güzel annem; tasalanma, ben bir dava insanıyım artık. Kürt halkı ve Kürdistan için savaşıyorum. Anne bizim ölümümüzle binlerce Kürt insanı uyanacak, özgürlük bayrağımız dalgalanacak. Ben öldüğümde üzülmeyin, saç örgülerimden bayrak yapsınlar” şeklinde vasiyette bulundu.
İdam sehpasına cesur adımlarla yürüyen Leyla Qasım’ın son sözleri, hâlâ Kürtlerin kulaklarında: “Beni öldürerek yok edebilirsiniz ama benim ölümüm binlerce Kürd’ün uyanışı olacaktır.” Irak işkencehanelerinde direnişin sembolü olan Leyla Qasım’ın idam sehpasına giderken Kürt ulusal marşı ‘Ey Reqib’i okuduğu dilden dile dolaşır hâlâ.[37]
ÖZGÜR BASIN
Sertel’leri bilmeyen var mı?
Önceside dahil, onlarla birlikte coğrafyamızda gerçek anlamda hakkı verilen gazetecilik, hep suç sayıldı. Gazeteciler katledildi, cezaevlerine konuldu. Baskı hiç değişmedi. Sertel’lerin diğer onurlu basın emekçilerince devralınan tutumu da: “Haber suç konusu olamaz, gazetecilik suç değildir!”
“Boyun eğmez kalem” Sertel’in basın tarihine damga vuran mücadelesi, biz gazetecilerin hâlâ sürdürdüğü mücadeledir: “Gazetecilik suç değildir!”
1923’ün ortalarında “mesai ve hayat arkadaşı” Sabiha Sertel’le birlikte Resimli Ay dergisini çıkarmaya başlayan Zekeriya Sertel’in, “Gazetecilik hayatımın en önemli ve ilginç dönemi” olarak bahsettiği Resimli Ay’ın yazarları arasında Nâzım Hikmet ve Sabahattin Ali gibi muhalif isimler de yer alır.
Zekeriya Sertel, dergideki yazıları nedeniyle Ankara İstiklal Mahkemesi’nde yargılanır ve üç yıl sürgünlüğe mahkûm edilir. Sonrasında ise derginin yönetimini, Sabiha Sertel devralır. Serteller’in kızı Yıldız Sertel, “Annem onu [Resimli Ay] çok büyük zorluklarla çıkarıyor. Babıâli’de tek başına bir kadın…” yorumunu dillendiriyordu.[38]
1931’e dek ayakta kalmayı başaran Resimli Ay yanında 1930’da da Son Posta gazetesini çıkaran Zekeriya Sertel, burada yayımlanan yolsuzluk haberi nedeniyle tekrar hapse girer.
Aftan yararlanıp çıkar ve 1936’ya Ahmet Emin Yalman ve Halil Lütfi ile birlikte Tan’ın yönetimine geçerken, dönemin önemli yayın organlarından biri hâline gelir Tan.
Sertel’lerin yönetiminde Tan, yükselen ırkçılıkla mücadele ettiği gibi faşizme karşı mücadelesinden de bir adım geri atmaz ve Sovyetler Birliği ile iyi ilişkiler kurulmasını savunur.
Bu dönemde tek partiye karşı, ikinci bir parti kurmak için hazırlık yapan Adnan Menderes, Celal Bayar ve Tevfik Rüştü Aras’ın da aralarında olduğu bir grup, Sabiha ve Zekeriya Sertel ile “parti yayını yapacak” bir dergi çıkarmak konusunda mutabakata varır. Derginin adı, “Görüşler” olarak belirlenir. Dergide, Menderes ve Köprülü de yazılar kaleme alacaktı. (Tan Baskını’ndan sonra Menderes ile Bayar söz konusu dergiyle ilişkisinin olmadığını söylemiştir.) Görüşler’in yayımlanmasının ardından ırkçı-sağcı basın, Tan gazetesine saldırıda vites büyütür. Zekeriya Sertel’den çok, Sabiha Sertel hedef gösterilir.
3 Aralık 1945’te, Tanin gazetesinde Hüseyin Cahit Yalçın imzasıyla, ‘Kalkın Ey Ehl-i Vatan’ başlıklı bir yazı yayımlanır. Söz konusu yazıda Yalçın, adeta bir hücum emri vermişti. Memleketi sevenleri komünistlere karşı mücadele etmeye çağıran Yalçın’nın hedefindeki isimler, Sertel’lerdir..
4 Aralık 1945’de kalabalık bir faşist güruh, matbaayı basar ve matbaa makineleri balyozlarla tahrip edilir. Zekeriya Sertel, anılarını kaleme aldığı kitapta, Tan Baskını’na dair şunları ifade eder: “4 Aralık 1945 gününün sabahı üniversiteli faşist gençler ellerinde önceden hazırladıkları baltalar, balyozlar ve kırmızı mürekkep şişeleriyle matbaaya saldırdılar. Orada bekleyen polisler olup bitene seyirci kaldılar. Görevlerini yapmaya kalkmadılar. Göstericiler, baltalarla matbaa kapısını kırıp içeri girdiler. Makineleri balyozlarla kırdılar. Binanın camlarını indirdiler. İçindeki eşyayı kırıp döktüler. Sonra ellerinde kırmızı boya şişeleriyle ‘Sertel’ler nerede?’ naralarıyla bizleri aramaya koyuldular. Amaçları, bizi çırılçıplak soyup üzerimize kırmızı boya dökmek ve akabinde önlerine katıp sokaklarda ‘İşte kızıllar’ diye sergilemekti.”
“Kanun adına, hükümet adına, memleket adına yüz kızartıcı bir rezalet sayılabilecek olan bu 4 Aralık olayından ötürü sonunda kim tutuklandı, bilir misiniz? Biz. Yani, ben, eşim Sabiha Sertel ve Cami Baykurt.”
Tan Baskını’nın göz ardı edilmemesi gereken bir detayı vardır: Yaşananlar, güç kullanılarak medyayı susturmaya yönelik girişimlerin ilk örneğidir. (Yıllar sonra saldırgan grubun içinde 8. Cumhurbaşkanı Turgut Özal ile 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in de olduğu iddia edilmiş, Demirel daha sonra saldırılarda yer aldığını itiraf etmişti.)[39]
Özetle Kaleme aldığı anısında, “Geri kalmış memleketlerde gazetecilik zevkli ama tehlikelidir… Ölüm, hapis her türlü işkence sizi bekler. Ben böyle bir dönemde gazetecilik yaptım. Dört kez hapse girdim. Yüzlerce kez gazetem kapandı, sonsuz kayıplara katlandım. Tehdit gördüm, tahkir gördüm,”[40] diyerek tüm baskıları göğüsleyen Zekeriya Sertel haksız mıydı?
Bir de Metin Göktepe davasının ısrarlı takipçisi Nail Güreli…
“Güreli’nin mücadeleci tutumuyla TGC için ortaya koyduğu çıta örnek”ken;[41] O, Göktepe’nin katledildiği dönemde Türkiye Gazeteciler Cemiyeti (TGC) başkanıydı. Eğer Göktepe davasında, devlet yetkililerinin “duvardan düştü” açıklamasından “gözaltında dövülerek öldürüldü” noktasına gelindiyse, bunda TGC Başkanı olarak Nail Güreli gösterdiği dik duruşun ve tutarlı tavrın rolü büyüktü. Göktepe davası boyunca katedilen yol, dünyanın etrafından 1.5 tur atmış olmak anlamına geliyorken; bu yolculuklarda Nail Güreli hep öndeydi.[42]
“Bir emekçi ailenin çocuğu olarak doğdu, bir emekçi olarak yaşadı ve hayatının büyük bölümünü emek mücadelesine adadı,”[43] betimlemesiyle müsemma Nail Güreli yıllar boyu kendisi için hiçbir şey istemeden üst düzey ilişkiyi yürüttü. Patronu sormadı. O da söylemedi. Bu yüzden Nail Güreli’nin gazete patronu sırtından edinilmiş villası, yalısı, çiftliği, lüks otomobilleri, atı, katı, yatı olmadı.
Köşe yazıları, dizi röportajları, kitapları, öğrencileriyle herkese kısmet olmayacak bir paha biçilmez bir servetin sahibi oldu: Toplumsal itibar!
Onun seçtiği bu onurlu yol, pek çok gazeteciye nasip olmaz!
Dik durmanın öteki adıydı Nail Güreli![44]
Nihayet “ustaların ustası” gazeteci Varlık Özmenek…
O, Ankara’da yaklaşık dokuz yıl boyunca çıkmış olan Bilim ve Sanat Dergisi’nin kurucusu ve genel yayın yönetmeniydi. 12 Eylül darbesinden sonra çıkan ilk sivil kültür dergisiydi Bilim ve Sanat. İlk sayısı 1981 Ocak ayında çıkan dergi -yaşanmakta olan amansız siyasal koşullara karşın- hiç aksamadan sürerek 99’uncu sayısına ulaştı.
Bu Kürtleri dar günlerinde terk etmeyip, yanı başlarında duran Onun ısrarlı aykırılığıyla mümkün olmuştu…
“ÖZET”LE
Umut olmadan, başkaldırmadan umut edilen ele geçirilemez. Bunun için de doğrularından ödün vermeyenlerin, dik duranların, aykırı farklılığı belirleyicidir.
Çünkü “Bir yaşamın ‘anlamı’ bu yaşamdan başka şeyde bulunmaz, bu yaşamın içindedir; daha da öteye gitmez. ‘Yön’ varlığı aşamaz; o yalnızca yönelimdir, harekettir.”[45]
“Her şey değişir, her şey gelip geçer, yalnızca bütün kalır. Dünya, durmadan başlar ve biter; her an başlangıcında ve sonundadır.”[46]
Bu kapsamda aykırı, “olağan” (denilenin) binlerce hâline “Hayır” demektir ve bu güzergâhta “Başlangıç sonda bulunurken, son da başlangıçta kendini gösterir.”[47]
Başkaldıran aykırı insan düşünen ve yapandır. Yani nesne değil, özne olabilme cüretidir.
Bilindiği gibi nesne hâli güdülme, yani başkaları tarafından yönetilmenin kölelik durumudur; özne hâli ise yapabilme gücü ve özgürlüğüdür.
Yani “Bu neden yapılmıyor, şu şöyle yapılmalı…” vb. türden yakınmaları aşan düşünce ve davranışın değiştirip dönüştüren iradesidir.
Bu elbette risklidir. Ancak risksiz yaşam yoktur. Değiştirip, dönüştüren irade açısından risk almak “olmazsa olmaz”dır. Kaldı ki cüret risk alma hâlidir. Cüret edebilmek, zorluk ve riskleri göğüsleme gücüdür. (Korku da onları göze alamama hâlidir ve alt edilebilir.)
Unutulmamalıdır ki tarihi biçimlendiren korkaklar değil, cüretkârlardır.
Evet Gılgamış ölümsüzlük arayışında başarıya ulaşmamış da olsa, zihinlerde ve gönüllerde bu arayışı sürdürenler kuşkusuz aykırılardır.
Malûm; Antikçağda “mitos”tan “logos”a, yani söylenceden akıl yürütmeye, yani hurafe ve safsatadan felsefeye ve bilime yönelme sürecindeki mimarları cüret eden aykırılardı. Bunun bir örneği Anadolu’da Miletos’ta gerçekleşmiştir. Thales, Anaksimandros ve Anaksimenes gibi doğa filozofları, evreni ve doğayı, doğaüstü güçlerle değil, doğanın kendi içinde açıklamışlardır.
Aklın, emeğin yeryüzünü aşkın yüzü kılma etkinliği olarak da tarif edilmesi mümkün olan aykırı düşünce, duyumsama, eyleme becerisi insana özgüyken; Euripides’e göre duyarlık, aklın kılavuzluğunda etkisini gösterir.
Evet aykırı insan(lık)ın var oluşunda en büyük gücü aklını kullanma iradesidir. Akıl, aykırılık gelişiminin dinamosuyken; aklın kılavuzu dünyayı değiştirme, karşı koyma bilgisidir.
Aykırının “kaba” özeti de budur.
12 Ekim 2020 12:56:32, İstanbul
N O T L A R
[*] Newroz, Kasım 2020…
[1] Stefano E. d’Anna.
[2] Fyodor Mihayloviç Dostoyevski, Budala, çev: Nihal Yalaza Taluy, Can Yay.1982.
[3] “… ‘Ahlâki yücelik’ deyimi aldatıcıdır; çünkü ahlâk belirli bir andaki ortalama toplumsal pratiği (bireyin içinde vicdan biçiminde; dışında ise ceza ve vaaz biçiminde) derleyip yasalaştırmaktan başka bir şey yapmaz.” (Henri Lefebvre, Marksizm, çev: Vedat Günyol, Alan Yay., 1990, s.44.)
[4] Yaşar Kemal, İnce Memed, Cilt:4, Yapı Kredi Yay., 2006, s.348-349.
[5] Veysel Atayman, Çizgideki Gladyatör: Metin Kurt, Derleyen: Jale Altunel, Yazılama Yayınevi, 2012.
[6] Hüseyin Aykol, “Eski Tüfeksiz Yıllar”, Gündem, 16 Ağustos 2013, s.11.
[7] Sibel Özbudun-Temel Demirer, “Devrimin Gezgin Şövalyesi: Mihri Belli”, 7 Nisan 2012… https://temeldemirer.blogspot.com/2012/04/devrimin-gezgin-sovalyesi-mihri-belli.html#.X4QIQNAzZPY
[8] Nazım Alpman, “Hafızanın Onuru: Behice Boran!”, Birgün, 1 Kasım 2010, s.2.
[9] “Behice Boran: İşçi Sınıfının Sosyoloğuydu”, Birgün, 9 Ekim 2010, s.6.
[10] Emel Koç, Behice: ‘Bir Devrimci… Bir Kadın… Bir Anne…’, Destek Yayınevi, 2010.
[11] “İşçi sınıfımız, işçi arkadaşlarımız ülkenin iç ve dış politikasıyla, tüm sorunlarıyla, ekonomik, siyasal sorunlardan sağlık, eğitim, sanat sorunlarına kadar tüm sorunlarıyla ilgilenmek, bu konularda bilgi edinmek, bu konulara ilişkin sorunların geçerli çözüm biçimlerini, yöntemlerini öğrenmek ve bu doğrultuda siyasal mücadele vermek durumundadır…”
“Geçmişte yapılan işlerden, geçirilen deneylerden bugüne vuran bir ışık vardır ve her toplumun belirli bir zaman bölümündeki sorunları, o toplumun, dününü bugüne ve yarına bağlayacak tarihsel gelişme doğrultusu ve şartları çerçevesinde doğru anlaşılıp doğru çözümlere kavuşturulabilir…”
“Sosyalistler kendi toplumlarının ve insanlığın tarihinde toplumu ve insanlığı ilerletici, yapıcı, olumlu her şeyin, her başarının, kültür mirasına her katkının, tabii mirasçıları sayarlar kendilerini.” (Behice Boran.)
[12] Sönmez Targan, “Ölümünün 23 Yılında Behice Boran”, Cumhuriyet, 10 Ekim 2010, s.2.
[13] Özdemir İnce, “İbni Haldun’u İki Türlü Okumak”, Cumhuriyet, 30 Ağustos 2020, s.3.
[14] Güven Kaya, “İbn Haldun ve Asabiyet”, Cumhuriyet, 31 Mart 2019, s.2.
[15] Güray Öz, “Asabiye”, Birgün Pazar, Yıl:15, No:609, 11 Kasım 2018, s.2.
[16] Samir Amin, Kapitalizmden Uygarlığa, çev: Yağmur Dönmez – Naim Atabağsoy, Yordam Kitap, 2017.
[17] Güray Öz, “Umutsuzluğun Düşmanı Samir Amin”, Cumhuriyet, 19 Ağustos 2018, s.4.
[18] Samir Amin, Entelektüel Yolculuğum, çev: Fikret Başkaya, Ütopya Yay., 2000.
[19] Ömür Şahin Keyif, “Son Nefesine Kadar Militandı”, Birgün, 12 Ağustos 2020, s.5.
[20] Öner Yağcı, “Server Tanilli”, Cumhuriyet, 30 Kasım 2019, s.15.
[21] Aktaran: Orhan Tüleylioğlu, “Aydınlanma Bilgesi Server Tanilli”, Cumhuriyet, 3 Aralık 2018, s.2.
[22] Salih Bolat, “İyi Bir Entelektüel Olmanın Ötesindeydi”, Birgün, 27 Şubat 2020, s.19.
[23] Işıl Çalışkan, “Sol’un Çınarı Uğurlandı”, Birgün, 27 Şubat 2020, s.19.
[24] “Anılarda Bir Kürt Bilgesi Apê Musa”, Yeni Yaşam, 6 Eylül 2020, s.11.
[25] Apê Mûsa-Musa Anter 100 Yaşında, Aram Yay., 2020.
[26] Eren Keskin, “Musa Amca’yı Tanımak…”, Yeni Yaşam, 23 Eylül 2020, s.3.
[27] Hüseyin Aykol, “Apê Musa 100 Yaşında”, Yeni Yaşam, 19 Eylül 2020, s.9.
[28] Denis O’Hearn, Yarım Kalmış Bir Şarkı Bobby Sands, IRA ve Açlık Grevi, çev: Deniz Gedizlioğlu, Yordam Kitap, 2014.
[29] Bobby Sands, Hapishane Şiirleri, çev: Gökçe Çataloluk, VE Yay., 2016.
[30] Önder Elaldı, “Denis O’ Hearn: ‘Bobby Bitmemiş Bir Şarkıydı’…”, Gündem, 7 Ocak 2015, s.5.
[31] Meryem Dutoğlu, “Bobby Sands İnsanlığın Onuru”, Birgün, 13 Ocak 2015, s.10.
[32] Bobby Sands, Hücremde Bir Gün-İngiliz Toplama Kamplarında Direnen İrlanda, çev: Şen Süer, Metis Yay., 1984.
[33] Temel Demirer, “Kahraman(lığ)ın ‘Gerekli’liği”, Newroz Yıl:8, No:264, 2 Mart 2015
[34] Zafer Yörük, “Malcolm X Tabelası”, Yeni Yaşam, 21 Ekim 2018, s.7.
[35] Andrea D’Atri, “Clara Zetkin: Kadın İşçilerin Büyük Örgütçüsü”, Yeni Yaşam, 10 Temmuz 2018, s.8.
[36] Mustafa K. Erdemol, “Diktatöre Tokat Attı”, Cumhuriyet, 25 Kasım 2018, s.9.
[37] Sibel Özalp, “Leyla Biziz, Leyla Em İn”, Yeni Yaşam, 12 Mayıs 2019, s.2.
[38] Suat Gezgin-H. Esra Arcan-Veli Polat, Türkiye Sözlü Basın Tarihi-Cilt 1, İş Bankası Kültür Yay., 2016.
[39] Uğur Şahin, “Boyun Eğmeyen Kalem: Zekeriya Sertel”, Birgün, 13 Mayıs 2018, s.13.
[40] Zekeriya Sertel, Hatırladıklarım, Can Yay., 2015.
[41] İhsan Çaralan, “Gözün Arkada Kalmasın”, Evrensel, 28 Ekim 2016, s.3.
[42] Fatih Polat, “Okuduğum Yazardan, Birlikte Yürüdüğüm Nail Ağabey’e”, Evrensel, 28 Ekim 2016, s.13.
[43] Atilla Özsever, “Basın Emekçilerinin Nail Abisi…”, Birgün, 28 Ekim 2016, s.10.
[44] Nâzım Alpman, “Dik Durmanın Öteki Adı: Nail Güreli”, Birgün, 28 Ekim 2016, s.9.
[45] Henri Lefebvre, Gündelik Hayatın Eleştirisi 1, çev: Işık Ergüden, Sel Yay., 2012, s.149.
[46] Henri Lefebvre, Sosyalist Dünya Görüşü Marksizm, çev: Doğan Görsev, Yordam Kitap, 2007, s.135.
[47] Henri Lefebvre, Mekânın Üretimi, çev: Işık Ergüden, Sel Yay., 2014, s.93.