Özel mülkiyetin ortaya çıkışı ayı zamanda ilkel anlamda da olsa ilk toplumsal eşitliğin de bozulmasını getirmişti. Ezenle-ezilen çelişkisinin başladığı ve her toplumsal süreçte kendini farklı biçimlerde üreten sınıflı toplumlar tarihi aynı zamanda ezilenlerin bu eşitsizliğe karşı mücadele, sömürü ve baskıya son vererek, toplumsal kurtuluşun ve tam hak eşitliğinin de sağlanması mücadelesidir diyebiliriz.
Elbette bu mücadelede ilk köleleştirilip baskı altına alınan cins olan kadının yaşadığı baskı, sömürü ve ezilmişlikten, tam ve eşit insan görülmemekten, yok sayılmaktan kurtulma mücadelesi de genel toplumsal kurtuluş mücadelesinin bir parçasını oluşturur. Ancak cins olarak ilk ezen-ezilen çelişkisini yaşayan, baskı altına alınan kadın olduğu, ilk eşitlik dengesi kadın aleyhine bozulduğu, kadının bilinci köreltildiği ve var olan eşitsizliği iliklerine kadar yaşayıp, hissettiği için; kadının ve kadın hareketinin özgürlük ve kurtuluş mücadelesinin sadece basit bir parçası değil, önemli bir bileşenini, parçasını oluşturur. Zira kadının ezilmişliğinin kökeni özel mülkiyetin çıkışına kadar uzandığı ve diğer ırk, ulus ya da doğuştan gelen eşitsizliklerden, kendi içindeki farklarla birlikte bir cinsin tamamını kapsadığı için eşitlik ve hak arayışı da bir o kadar köklü ve karmaşıktır.
Bu durumun kavranması kadının, kadın hareketinin ve kadın çalışmasının insanlığın kurtuluş mücadelesindeki öneminin de kavranmasını getirecektir. Bu önemin kavranması ise hem kadın kitlelerini kazanmak hem de kadının üzerindeki boyunduruğun parçalanıp, tam hak eşitliğinin sağlanabilmesi için özgün araçlar geliştirmeyi, özel ele alışlar ve politikalar üretmeyi de zorunlu kılacaktır.
Bu yazıda bahsettiğimiz özgün ele alış ve politikalardan biri olan pozitif ayrımcılığı işleyeceğiz. Devrimci-komünist cenah da dahil olmak üzere birçok çevrede belli yönleriyle pozitif ayrımcılık anlayışı ve ele alışları; bu anlayışın kadın sorununa da uygulanıp uygulanamayacağı vb. tartışılmakta. Bu tartışmalarda ise doğrularla yanlışlar iç içe girmiş durumda. Doğrularla yanlışları ayrıştırıp, doğru yaklaşımı koyabilmek için pozitif ayrımcılık anlayışının tarihsel köklerine göz atmamız yerinde olacaktır. Tarihsel kökleri anlayabilmek için de öncelikle pozitif ayrımcılık anlayışının da temelini oluşturan “eşitlik” anlayışı ve kavramını irdeleyerek işe başlayabiliriz. Eşitlikten ne anlıyoruz, nasıl bir eşitlik ve kimin için eşitlik? Kadın kurtuluş mücadelesinde “eşitlik” talebinin yeri nerededir? Gibi soruları çoğaltabiliriz.
EŞİTLİK VE SINIF MÜCADELESİNİN KESİŞİMİ
Sınıflı toplumlarla başlayıp her tarihi toplumsal süreçte değişik biçimler alan “eşitlik” anlayışı esas olarak kapitalist üretim ilişkilerinde bir temele oturmuştur. Marx’ın ifadesi ile “ilk çağlarda ve orta çağdaki eşitlik ve özgürlük kavramlarının henüz üretim ilişkilerinin etkisine girmediği…” görülürken, kapitalizmin doğuşuyla birlikte insan emeğinin sömürüsüne, baskılara karşı tepki ve ezilen sınıf bilincinin gelişmesi ile yeni bir hâl almıştır. Bu yeni biçimde iki yön öne çıkar. Birincisi, tüm insanlığın eşitliğinin kapitalist üretim ilişkilerinin ekonomik işleyişi ile iç içe olmasıdır. İkincisi ise kapitalizmin gelişmesi ile eşitlik olgusunun da değişikliğe uğramasıdır. Örneğin kapitalizmin ilk aşamasında eşitlik olgusu mülkiyet ve kişiler üzerindeki feodal kısıtlamalara, baskılara tepki olarak “herkes” için bireysel hak ve özgürlük-eşitlik vaadiyle gelişmişti. ABD “Bağımsızlık Beyannamesi”nde ve Fransız Devrimi sonrası “Evrensel İnsan Hakları Bildirgesi”nde de tüm insanların “eşit ve özgür” doğduğu vurgulansa da bu “tüm insanlar” ve “vatandaşlar” kategorisine elbette kadınları dahil etmiyorlardı.
Sanayi Devrimlerini takip eden yaklaşık iki yüzyılın sonunda formel eşitliklerde belli ilerlemeler sağlansa da burjuva toplumun “eşitlik” vaadi ikiyüzlü bir biçimde sürüyordu.
20.yy’a gelindiğinde ise emek gücünün özgürce satılabilmesi için koşulların düzeltilmesi gereği ile başlayan mücadele de burjuvazinin ikiyüzlü eşitlik vaadinin etkisi azalırken, sömürücünün kendisinden “eşitlik” talebi ya da sömürülme olgusu içinde “eşitlik” beklemenin anlamsızlığı fikri demokratik ve sosyalist hareketleri de ortaya çıkarmıştır.
Artık burjuva toplumun çelişkiler içeren “eşitlik” kavramına karşı, demokratik haklar için mücadele anlayışı ön plana çıkarken, bu da ciddi bir devrim mücadelesi anlamı taşımaktadır. Yani eşitlik için savaş her şeyden önce burjuva-feodal kapitalist sistem içinde, insanların en iyi koşulları talep etmesidir. Bu da burjuva reformizminin boş girişimleri bir yana, demokratik haklar için eşitlik savaşının kapitalizmin ötesine geçmesi demektir.
Lenin “kapitalizm resmi eşitliği ekonomik ve dolayısıyla sosyal eşitsizlikle birleştiren bir düzendir” derken tam da eşitsizlik anlayışının kapitalizmin yarattığı ve içinde barındırdığı tüm sınıflar, ırklar, uluslar ve cinsler arasındaki ezen-ezilen çelişkisi ve mücadelesinde kendisini var etmesine dikkat çekmektedir.
Burjuva-feodal kapitalist toplumlarda eşit haklardan yoksun kılınan çeşitli gruplardan birisi de kadın cinsidir. Kadınların ezilmişliği, eşitsizliği ve bir dizi haktan yoksunluğu, tarihsel, toplumsal bir sürecin ürünü olarak günümüze ulaşır. Ve günümüzde (burjuva-feodal ya da kapitalist sistemde) sonradan gelişen mekanizmalarla daha da belirginleşmiş ve güçlenmiş bir hâl alır. Çünkü yasalarla birlikte resmi olmayan birçok toplumsal gelenekte kadının ezilmişliğini ve eşitsizliğini destekler. Bu anlamıyla kapitalizmin gerçekleşmeyen “eşitlik” vaadi, en çok kadının durumunda kendini gösterir. Buna karşı kadın kitleleri de tıpkı diğer eşit olmayan kitleler gibi savaşımlarını verir. Ancak bu savaşın niteliğini belirleyen, aktörlerin eşitlik anlayış ve kavrayışlarıdır. Yani burjuva kadın hareketi ile proleter kadın hareketinin ele alış farkında görebiliriz bu nitelik farkını.
Burjuva kadın hareketi kendi içinde ayrışıp farklı yorumlar getirseler de, örneğin feministler erkekler karşısında kadına da fırsat eşitliğinin sağlanması durumunda eğitim, hukuk ve değerler sistemindeki engellerin kaldırılabildiği ölçüde eşitliğin de sağlanacağını savunurken; radikal feministler de eşitsizliğin nedeni olarak toplumun her alanını saran ataerkil yapı ve onun egemenliğine dikkat çekerler. Ve kadın-erkek karşıtlığı biçiminde bir mücadeleyi öngörürler. Yine 1980’lerden sonra gelişen post-modern feministler ise “eşitlik” anlayışı yerine kadınların “farklılıklarının” birer zenginlik olduğunu ve bunların tanınması gerektiğini savunurlar. Sosyalist feministler ise daha sınıfsal bir pencereden bakarken; eşitsizliğin kaynağı olarak özel mülkiyetle birlikte ataerkil ideolojiyi de eş değerde görüp hedefe alırlar. Genel olarak burjuva kadın hareketinin esasına damgasına vuran toplumda kadının konumunu yükseltmek için, daha ziyade yasalarla belirlenmiş eşitsizlikleri hedef almalarıdır. Onlar toplumdaki kadın-erkek eşitliğini amaç haline getirirler. Kadının yaşadığı baskı, sömürü ve eşitsizliğin görünürlüğünü sağlasalar da yeterince çözüm politikaları geliştirememektedirler. Eşitlik için mücadeleyi de erkeğin aile, devlet ve toplumdaki imtiyaz ve hakimiyetine karşı mücadele ile sınırlandırırlar.
Proleter kadın hareketi ile ayrım noktası da burada başlar. Zira proleter kadın hareketi sistem içine sıkıştırılmış, sadece yasal “eşitlik”le sınırlandırılmış “hak ve özgürlük”lerin yeterli olmadığını, bu sınırın pratikte insanın insan üzerindeki sömürüsünü, siyasal, sosyal, ekonomik ya da cinsel baskısının ve eşitsizliğinin devamını sağlamaktan başka bir işlevinin olmadığını bilirler.
Bundan dolayı kadın ve erkeğin biçimsel eşitliğini değil, onların siyasi, ekonomik, toplumsal ve cinsel tam hak ve eşitliğini sağlayacak mücadeleyi esas alırlar. Lenin yoldaşın ifadesi ile temel şiarları: “Herkese özgürlük değil de, herkese eşitlik değil de ezip sömürenlere karşı mücadele, ezip sömürme imkanının ortadan kaldırılması. İşte sloganımız budur! Ezilen cinsiyete özgürlük ve eşitlik! İşçiye, emekçi-köylüye özgürlük ve eşitlik!” tir. Yani reformlar için değil devrim için mücadeleyi esas alırlar. Reformlar için mücadele anlamına da gelen formel hak eşitliği mücadelesini ise amaç değil amaca giden yolda Clara Zetkin yoldaşın deyimi ile “mücadeleye erkek proleterlerle silah bakımından eşit donanımla girebilmek için bir araç olarak görür”ler.
“Eşit haklar” mücadelesindeki bu araçları geliştirdikleri oranda devrim mücadelesini de geliştirebilirler. Şimdi “eşitlik” çerçevesinde ele alınan araçlardan biri olan pozitif ayrımcılık anlayışını irdeleyebiliriz.
POZİTİF AYRIMCILIK ANLAYIŞI VE TÜRKİYE’DE GELİŞİMİ
Burjuva kadın hareketinin; toplumda ikinci cins olarak görülen ayrımcılığa uğrayan kadınların toplumsal konumunu yükseltmek ve “eşitliğini” sağlamak amaçlı dillendirdikleri taleplerden birisi de pozitif ayrımcılık anlayışıdır. 1970-1980’li yılardan itibaren gündemleştirilen pozitif ayrımcılık anlayışı burjuva demokrasisinin bir ürünüdür. Toplumda eşit olmadığı ve eşit yaşamadığı düşünülen belli gruplara ve kişilere çeşitli ayrıcalıklar tanıyarak onları destekleme şeklinde tanımlanan pozitif ayrımcılık anlayışı ilk olarak ırkçılığa karşı ABD’de, siyahlar ve beyazları “eşitleme” temelinde gündeme getirildi. Ve Uluslar arası Irksal İlişkiler Sözleşmesi (RRA) ile ırk temelli ayrımcılık kâğıt üzerinde ortadan kaldırıldı.
Kadına karşı ayrımcılık ise toplumda eşitsiz konumda olan kadın ek haklar, ayrıcalıklar ve tedbirler uygulanarak “eşit” hale getirilmesini amaçlıyor. Kadının, seçme-seçilme, eşit eğitim gibi temel haklarını kağıt üzerinde de olsa elde etmesinin arından, pozitif ayrımcılık uygulaması ile erkeklerin toplumda egemen olduğu sosyal, politik ve ekonomik alanlardaki kadın-erkek eşitsizliğini azaltmayı hedefliyor. Bunu sağlamak için de başta kota yolu olmak üzere çeşitli biçimlerde parlamentoda kadın temsiliyetinin artırılması, iş yaşamında kadın istihdamının sağlanması için yasal düzenlemelerin yapılmasını, eğitimde kız çocuklarına burs verilip, eğitimde kız çocuklarının düzeyinin yükseltilmesini vb. istiyor. Bunlar içerisinde de elbette merkezine parlamentoda kadın temsiliyetinin yükseltilmesini koyuyor. Tüm bu düzenlemelerin yasal güvenceye alınmasına yönelik çalışmalara yürütülüyor.
Türkiye’de ise pozitif ayrımcılık kavramı özellikler 1990’lardan itibaren, başta feminist çevreler olmak üzere birçok kadın örgütünün ve siyasi partilerin gündemlerine girdi. Pozitif ayrımcılık; 2000’lerden itibaren ise yapılan yerel ve genel seçimlerde kadın aday sayısının artırılması kampanyalarıyla, 2004’te yürürlüğe giren TCK’da kadınlara yönelik cinsiyet ayrımcılığının (olumsuz yönde) ortadan kaldırılması istemleri ile ve yine AKP hükümetinin hazırladığı “Yeni Anayasa Taslağı”nda yer alan kadın aleyhindeki düzenlemelerin iptal edilmesi ve pozitif ayrımcılık ilkesinin kabul edilmesi için yürütülen tartışmalarla daha da gündemleşmişti.
Elbette bu “gündemleştirme”de feminist çevrelerin önemli bir payı olduğu gibi AB ve BM patentli “kadın politikaları”nın rolü yadsınamaz. Bunların içerisinde en kayda değer yapılanma ise 1979’da kabul edilen ve Türkiye’nin de 1985’te imzaladığı BM-Kadına Karşı Her Türlü Şiddetin Önlenmesi Sözleşmesi (CEDAW)’dir. İçeriğinin incelenmesi ayrı bir yazı konusu olabilecek CEDAW sözleşmesi; aile yaşamı, eğitim, iş gücü piyasası, siyaset, kamu, yaşam, sağlık, kırsal kalkınma gibi bir dizi alanda kadına karşı ayrımcılığı ortadan kaldırmaya yönelik olarak devletlerin atması gereken adımları belirliyor.
MLM ANLAYIŞ VE SOSYALİZM DENEYİMLERİNDE POZİTİF AYRIMCILIK
Pozitif ayrımcılık kavramının burjuva demokrasisinin ürünü olduğunu belirtmiştik. Burjuva kadın hareketi; 1970-80’lerde toplumda kadın eşitliğinin sağlanması için ek haklar, teşvikler ve tedbirler şeklinde dillendirdiği talepleri pozitif ayrımcılık kavramıyla adlandırılıyordu. Ancak bu kavram yeni olsa da anlayış olarak yeni değil. Burjuva kadın hareketinin dillendirmesinden 50-60 yıl önce zaten SSCB’de teoride ve pratikte hem de çok kapsamlı bir biçimde uygulanıyordu. Burjuva feminist kadın hareketinin son yarım yüzyıldır onca mücadelelerle elde ettiği bir dizisini ise hala kazanmak için mücadelesini verdiği hakları Rusya’da kadınlar 1917 Ekim Devrimi ile hem de çok daha fazlasıyla elde etmişlerdi.
Devrimin hemen ertesinde KP öncülüğündeki hükümet, kadınların eşitsizliğine dair eskiden kalma tüm yasaları kaldırmıştı. Ancak toplumda kadınların eşit konuma gelmelerinin maddi koşullarını yaratmanın yeterli olmadığını bilen KP, bunun yanı sıra asırlar boyu hor görülen, aşağılanan, edilgenleştirilen ve bunların yarattığı etkilere, ön yargılara karşı da siyasi, ekonomik ve ideolojik mücadeleyi de elden bırakmamıştır. Lenin yoldaşın “yasa önünde eşitlik, henüz yaşamda eşitlik değildir. Emekçi kadın yalnız yasa önünde değil, bilakis yaşamda da erkekle hak eşitliğini kazanmalıdır. Bu amaçla emekçi kadınların kamu kurumlarının yönetimine ve devletin yönetimine gittikçe daha güçlü katılmaları zorunludur…” Yönlü şiarı rehberliğinde kadını evin dört duvarı arasından çıkarıp, toplumsal yaşama katacak bir dizi ek haklar, teşvikler sağlanmıştır. Kadının üretimde, politikada, aile ve toplumsal yaşamda eşitliği için ilk olarak “eşit işe eşit ücret” ilkesi kabul edilmiş, 8 saatlik iş günü yaşama geçirilmiş (ülke ekonomisinin gelişmesiyle birlikte 1929 yılında 8 saat yerine 7 saatlik iş günü uygulamaya konulmuş, kimi ağır sanayi dallarında ise 6.5 ve 4 saatlik iş günü uygulaması yaşama geçirilmiştir) kadın emeğinin, özelde de anne ve çocuk emeğinin korunmasına dair yasalar ilan edilmiştir. Köylülerle yapılan toprak reformunda aileye göre dağıtım yapıldığında, kadın yine dışında kalacağı için aileye değil, bireylere toprak dağıtımı yapılmıştır. Cinsiyetçi iş bölümüne son verilmiş, bunun yaşama geçirilebilmesi için değişik iş kollarında, fabrika ve atölyelerde, kadınlar için kota konulmuştur. Nitelikli olmayan kadın emeğinin nitelikli hale getirilmesi için okullar, kurslar, meslek okulları açılmış ve kadını sayısını arttırmak için buralarda da kotalar uygulanmıştır. Bakmak zorunda olduğu 14 yaşından küçük çocuğu olan tüm işçi ve emekçi kadınlar vergiden muaf tutulmuştu. NEP sürecinde dahi hamile olduğu için kadınların işten çıkartılmaları engellenmiş, ücretli doğum izni uygulaması ile birlikte, kadınların çalıştığı tüm fabrika, atölye vb. yerlerde kreş, çocuk yuvaları ve emzirme odalarının zorunlu olarak yaşama geçirilmesi sağlanmıştı. Bunların uygulanmadığı, özel sektörün ayak dirediği durumlarda da cezai yaptırımlar devreye konuluyordu. “Görünmeyen emek” diye de değerlendirilen, kadını ev içi köle haline getiren, ev işleri, bugün hala en “gelişmiş” kapitalist ülkelerde dahi yok sayılıyorken, SSCB’de ücretli çalışma olarak değerlendiriliyordu. Yine “Evlilik ve Aile Yasaları” ile ev dışında çalışıp, kazanç sağlayan diğer eşin emeği ile evde çalışan kadının emeği eşit sayılıyor, servet birikimindeki payları da eşit kabul ediliyordu. (TC’nin benzer bir yasayı kadın örgütlerinin de çabaları sonucu daha 5-10 yıl önce kabul ettiğini hatırlarsak SSCB’deki 90-100 yıl önce yapılan düzenlemelerin önemi daha iyi anlaşılıyor) En önemlisi de toplumsal bir iş olarak değerlendirilen ev işleri ve çocuk bakımı, eğitimi kadının omuzlarından alınarak, devlet tarafından üstlenilmiş; kreşler, çocuk yuvaları, yurtlar, büyük kamu aşevleri, ortak çamaşırhaneler vs. ile toplumsallaştırılmaya çalışılmıştı.
Devrimden önce %88.3’ü okur-yazar dahi olmayan kadınlara okuma yazma öğretilmiş, politikaya çekmek için delege toplantıları, eğitim faaliyetleri, sendika-dernek çalışmaları ve eğitimleri, konferanslar, kongreler ve daha bir dizi araçlarla hem bilinçlendirme çalışmaları yürütülmüş hem de kadının katılımının önündeki maddi engeller kaldırılarak aktif katılımı sağlanmıştır.
Nitekim o dönem birçok kapitalist-emperyalist ülkede kadının seçme-seçilme hakkı dahi yokken, SSCB’de 1955-56 döneminde SSCB’nin en üst iktidar organı olan Yüksek Sovyet içinde 348 kadın (tüm temsilcilerin %25.8’i) yer alıyordu.
Bu örnekleri daha da çoğaltabiliriz. Görüldüğü gibi pozitif ayrımcılık kavramı burjuvazinin yarattığı bir kavram olsa da anlayış olarak başta SSCB pratiğinde olmak üzere, yazımızda yer vermediğimiz tüm demokratik devrim ve sosyalist devrim yapılmış ülkelerde çeşitli biçimlerde uygulanmıştır.
DEVRİMCİ VE KOMÜNİST KADINLAR İÇİN POZİTİF AYRIMCILIK
Yazımız boyunca esasta pozitif ayrımcılık anlayışını işçi-emekçi halk cephesinden değerlendirdik. Bir de devrimci-komünist parti ve örgütler içerisindeki kadınlar açısından değerlendirilmesi yararlı olacaktır.
Devrimci-komünist kadınlar, sistemin esaret ve baskı zincirini kırıp, tüm bu zulmün, sömürünün sorumlusu sisteme karşı onurlu kavgada yerini almak için devrimci örgütlü saflara geldiğinde dahi mücadeleye erkek yoldaşlarının bir adım gerisinden başlıyor. Elbette bu örgüt işleyiş ve hukukundaki ayrımcılıktan kaynaklı değil, içinden çıkılan toplumun yaşam koşullarının bilinçte yarattığı tahribatlardan kaynaklanıyor. Sonuçta devrimci erkekte, devrimci kadın da erkek egemen burjuva-feodal sistemin içinden çıkıp devrimci komünist saflara katılıyorlar. Yıllarca erkeğin bilinci toplumdaki erkek egemen anlayışa göre şekillenirken, kadının bilinci de ezilen cins olarak şekillendiriliyor. Bu bilincin içinde devrimci oluyorlar, bu bilinçten yeterince arınmadan saflara geliyorlar. Devrimci olmak ise aynı zamanda bireyin kendi kişiliğinde, kimliğinde, yaşamında sürekli bir devrim yapmasıdır da. Devrimci kadın ve erkekte devrimci saflara katılırken ve katıldığında kuşkusuz kendi içlerinde onlarca devrim yapıyorlar. Değişiyor, gelişiyo ve ilerliyorlar. Ancak eskinin yüklerinden kurtulmak bir süreç ve sürekli bir müdahale de istiyor. Her devrimci içinde bulunduğu toplumun bir dizi özelliğini de alıyor ve bunlardan bir bütün kurtularak gelmiyor devrimci saflara. Bunun yanı sıra devrimciler toplumdan yalıtılmış alanlarda yaşamıyorlar. Hala gerici sistemin içinde tüm burjuva-yoz kültürünün etki ve saldırılarına da açık olarak yaşıyorlar.
Devrimci saflara gelen kadının değişimi, gelişimi ve eskinin yüklerinden kurtulması ise daha sıkıntılı, sorunlu ve sancılı oluyor. Çünkü; toplumda ikinci cins olarak görülen, horlanan daraltılmış yaşam alanıyla dış dünyadan soyutlanan, hayatı, dünyayı algılaması ve yorumlaması köreltilen, düşünsel gelişimi kısıtlanan bir yaşamın içinden, toplumsal hapislikten çıkıp devrimci komünist saflara katılıyor. Yani yaşamın daha geri bir noktasından başlamış oluyor. Bu durum bir anlamda okula yeni başlayan Kürt çocuklarının yaşadıklarına benziyor. Düşünün ki Türkçe bilenler doğrudan okuma-yazma öğrenebilecekken, Kürt çocuklarının ise okuma-yazma öğrenebilmek için önce Türkçe konuşmayı öğrenmesi gerekecek. Böylece Türkçe bilen çocuklar bir adım önden başlamış oluyor yarışa. Devrimci-komünist kadınlar için de benzer bir durum söz konusudur. Önce bin yıllardır yalıtıldığı dünyayı algılaması gerekiyor. Tam da buradan beslenen ve hemen sökülüp atılamayan, kadının ezilmişliği, kendine güvensizliği, inisiyatifsizliği ve yetinmeci, pasif, edilgen özellikleri duygu ve düşünce dünyasındaki parçalanmışlıklarla birleşiyor. Bunlar ise kadının özne olmasını engelliyor, ayağına pranga olup yürüyüşünü geriletiyor. Kadının partide, mücadelede sorumluluklar üstlenmesini, politika üreten, yöneten pozisyonlara gelmesini yavaşlatıyor, aksatıyor.
Sıkça dile getirip sorarız; aynı süreçte partiye katılan kadın ve erkek yoldaşlara eşit olanaklar tanınıyor olmasına rağmen, erkek yoldaş hızla ilerlerken kadın yoldaşın niye aynı hızla ilerleyemeyip geride kaldığını ya da gerillaya birlikte katılan kadın ve erkek yoldaştan erkek olan genellikle koşullara daha hızlı adapte olup, çevreyi-araziyi daha çabuk öğrenip gelişerek komutanlık gibi görevlere yükselirken; kadının ise adapte olması, koşulları, araziyi kavrayıp birbirleriyle bağlantılarını kurması daha yavaş ve gecikmeli olmaktadır. Dolayısıyla kadının gelişmesi ve ilerlemesi de daha zorlu bir süreci gerektirmekte.
Koşuya birlikte başlayan yoldaşlarıdan erkek olan ilerleyip geçerken, kadının geride kalmasının arka plandaki tarihsel, toplumsal, psikolojik yönlerini ve kadının duygu ve düşünce dünyasındaki parçalanmışlıkları görmemek de KP içinde eşitsizlik üretmek olacaktır. O zaman öncelikle kadın yoldaşların ek tedbir ve ele alışlarla bir adım öne taşınması gerekiyor. Ancak o zaman bu koşu eşit koşullarda başlamış olacaktır.
Görüldüğü gibi burada da bir eşitsizlik söz konusu ve bunların ek tedbir ve teşviklerle giderilmesi ya da en asgariye indirilmesi gerekiyor. Lakin yürütülen bu mücadelede de birkaç noktanın çizilmeli: Birincisi; devrimci-komünist saflarda yaşanan kadın sorunu ve eşitsizliği meselesi toplumda yaşanan gibi açık ve kaba değil. Daha inceltilmiş bir biçimde yaşanıyor. O zaman çözüm için uygulanacak yöntem ve araçlar da farklı olmak durumunda.
İkincisi; devrimci saflarda, kadın her ne kadar toplumdaki kadınların yaşadığı gibi sorunlar yaşamıyor olsalar da, toplumda da devrimci saflarda da kadınların geride olmalarının tarihsel, toplumsal, kültürel, psikolojik kökenleri aynı. Ve kadının yaşadığı baskının, toplumda yaşanan diğer baskılardan çok daha derin kökleri mevcut. Bundan dolayı yürütülecek mücadelede o oranda kapsamlı olmak zorunda. Üstelik de ne devrim sonrasına ne de sadece kadınlara havale edilerek değil; esasta öncünün, KP’nin bugünden başlayarak bir dizi özel araç ve yöntemlerle sistemli olarak sürdürmesi gerekiyor. Kadının daha fazla desteklenmesi, teşvik edilmesi yani pozitif ayrımcılık uygulanmasının zorunluluğu da burada devreye girmek durumundadır.
Mücadele içerisinde sıkça karşılaşılan örneklerden birisi de kadın yoldaşların yetinmeciliğinden, kendine güvensizliğinden kaynaklı, kendisinin yapabileceği, kendisini daha da geliştirecek bir dizi görev ve sorumluluklara gönülsüzce yaklaşmalarıdır. Hatta kendilerinden daha geri erkek yoldaşları önermelerine çokça tanık oluyoruz. Tam da böylesi durumlarda Mao yoldaşın dediği gibi “bir işi hem bir erkek hem de bir kadın yapabilecekse o iş kadına verilmelidir.” Kadının en büyük prangalarından olan kendine güvensizliği pratiğin içinde, pratiğin öğreticiliğinde kendi gücünün gösterilmesiyle kırılacaktır. Aynı zamanda her pratik adım, bilinçlerin değiştirilip dönüştürülmesinde, erkek ve kadın tüm yoldaşlar için ideolojik-politik eğitimdir de.
Elbette kolektifin sorumluluğunun, değiştirme gücünün ve çabasının önemini koyarken, kadının içsel çabasının önemini de yadsımıyoruz. Buradaki özne olan devrimci kadının bilinç düzeyi, toplumdaki kadından ayrıştığı için kolektif tarafından yapılan ek tedbirler, haklar önemli olsa da belirleyici olan kadının kendisidir, kendi iç dinamikleridir.
Son olarak; biliyoruz ki baskı altında tutulanlar, isyanı ancak çetin savaşlarla kazanabilirler. Çetin savaşlarsa daha büyük güç ve bilinç gerektirir. Bu da ancak kadın-erkek tüm sömürülenlerin proletarya diktatörlüğü önderliğinde yürüttüğü örgütlü mücadeleyle başarılabilir.
Kaynaklar:
1-Kadın Sorunu Üzerine- Marks, Engels, Lenin, Komintern, Clara Zetkin
2- Marksist Teoride Kadın-Lise Vogel, Pencere Yayınları
3- Rusya’da 1917 Sosyalist Ekim Devrimi ve Kadınların Kurtuluşu, Cilt 1- Gül Özgür, Dönüşüm Yayınları