“Naziler önce komünistler için geldiler, bir şey demedim çünkü komünist değildim. Sonra Yahudiler için geldiler ve bir şey demedim çünkü Yahudi değildim. Sonra sendikacılar için geldiler ve bir şey demedim çünkü sendikacı değildim. Sonra Katolikler için geldiler ve bir şey demedim çünkü Katolik değildim. Ve sonra benim için geldiklerinde ise çevremde benim için bir şeyler diyecek kimse kalmamıştı.” Friedrich Gustav Emil Martin Niemoeller (1892-1984. Alman rahip.)
———————
Günlük yaşamda içselleştiremediğimiz bir anlayış olduğu için aklımıza bile gelmeyen, ama kimliğimizi oluşturduğunu iddia ettiğimiz özümsenmemiş değerler, duygu ve düşünce dünyamızda çatışma yaratarak sıkça komik duruma düşürür insanı. Sorgulama yoksunluğunu genetiksel bir hastalık gibi kuşaktan kuşağa taşıyan “erkek” anlayışının sloganı olan “kibarlığın fazlası erkekliği bozar” cinsiyetçi sözcüğü de, çoğu cinsdaşım için “erkek” ön gençlik yıllarımızın süsüydü.
Erkek egemenliğine dayalı aile sisteminin korunmasında “iyi polis” rolünü üstlenirdik belki de “delikanlı adam” karakteriyle. Öteki erkeklerden farkımızı anlatarak verebildiğimiz en yaygın kanıtımızı, her tarafı bir başka egemenliği tanımlayan “ben evde ‘karıma’ ‘yardım’ ederim” cümlesiyle verirdik.
Dil, toplumun yönlendirilmesinde temel araçlardan biridir. Ve kitle iletişim araçlarından okul sistemlerine, toplumsal kültür kurallarından aile eğitimine, atasözü denilen kalıp sözlerden sanat ve edebiyat ürünlerine kadar bütün olanakların kullanımıyla sürdürülen eğitim, sınıflı toplumlarda egemen sınıfların istemleri yönünde bu amaca uygun olarak düzenlenir. Devletin, uyguladığı acımasız şiddet ve ürettiği yoksulluk, işsizlik, açlık nedeniyle haylice deşifre olan sistem, kendisine yönelik ideolojik saldırıları bu kanaldan da karşılamaya çalışır.
Örneğin, son yıllarda sıkça duymaya başladığım “öyle düşünmemekle birlikte, düşüncelerinize saygı duyuyorum” sözü, tam da bu tür tuzaklardan biridir. Oysa ben “insana; insan özgürlüğüne” karşıt olan bir düşünceye asla saygı duymam. Örneğin Nasyonal Sosyalist (NAZI) düşünce nefret ettiğim bir düşüncedir ve asla saygı duyulmayı gerektirmez. Tam tersine bu tür bir düşünceye karşı mücadele etmek bir insanlık borcu olarak tanımlanmalıdır.
“Her türlü şiddete karşı olmak” sözü de kulağa ve soyut ahlaka çok çekici gelir. Oysa şiddetin ortadan kaldırılabilmesi için sadece bunu dillendirmek yeterli değildir. Açıktır ki devletin bütün bileşimleri ve organlarıyla birlikte halklara, özgürlüklere ve emeğe karşı savaş açtığı koşullarda “her türlü şiddeti” lanetlemek gibi bir davranış kurt ile kuzuyu, fail ile mağduru aynı kefeye koymaktan başka bir anlama sahip olamaz. Sıkça yapılan bu polemikler ise genellikle bilinçli manipülasyonların ürettiği bir kafa karıştırma girişiminden farklı bir şey olamaz. Oysa biliyoruz ki hiçbir sömürge ülke sömürgeci devletin hibesi yoluyla bağımsızlığına kavuşmamıştır. Bütün bağımsızlık hareketleri şu veya bu düzeyde bir savaşın içerisinden geçmiş, köleleştiren bir zora karşı köleliği yıkmak için bir başka zora başvurmuştur.
Bu nedenle toplumsal olaylarda şiddet tanımları şiddetin amacından bağımsız gerçekleştirilemez. Bağımsızlık savaşlarının sömürgeci şiddete karşı sürdürülen bir özgürleşme yöntemi olarak tanımlanabilmesi elbette bu şiddetin içeriğini de değiştirecektir. Örneğin komünistler devrim mücadelesinde ele geçirdikleri tutsaklara hiçbir gerekçe ile ve asla işkence yapmazlar, yapamazlar. Çünkü böylesi bir uygulama onların bütün düşünce temellerini kirletir.
Cezayir halkının Fransız sömürgecilerine karşı bağımsızlık mücadelesini yürekten desteklerken, Kürt halkının Türk sömürgeciliğine karşı mücadelesini daha büyük bir coşkuyla destekleyememek mantığa dayalı çıkar hesaplarıyla değil, duyguya vurup beyni körelten “milliyetçilik” gibi düşüncelerle açıklanabilir.
***
Zulmün arttığı ve zalime karşı mağdurun isyanının yükselmeye başladığı dönemlerde şiddeti engelleyebilmenin tek yolu, düşünce özgürlüğü ve düşüncenin ifade edilebilmesi; örgütlenme özgürlüğü ve örgütlü yasal eylemin özgürleştirilmesidir. Bu olanaklardan mahrum bırakılan insanın, tepkisini sokağa taşımaktan başka bir yolu kalmamaktadır. Sokağın çatışmalarla kan gölüne döndürülmesinin engellenebilmesi, toplumsal sınıflar ve halklar üzerinde uygulanan devlet şiddetinin “insanlığa karşı işlenmiş suçlar” kapsamında tanımlanarak kesinlikle engellenmesi ile mümkündür. Elbette bu hakkı kullananlar, ancak o zaman çevreye ve “ötekine” zarar vermeden kendini ifade etmenin şiddetsiz yeni alan ve yöntemlerini üretebilirler.
Bir genç dostumun sokak eylemlerine yönelik yaptığı tanım bu etki-tepkiyi çok güzel ifade ediyordu: “Biz biber gazı çocuğuyuz Hocam, çabuk gaza geliriz!”
***
Kılıçdaroğlu’na yönelik “şiddet” uygulamasını protesto edenlerden değilim. Bu eylemde yaşadığı korkudan dolayı düşünüp. Türkiye’de uygulanan yaygın şiddete karşı aktif tutum alacağına dair bir beklentim de yok elbette. Rüzgâr eken fırtına biçer. Açıktır ki Kılıçdaroğlu kendi partisinin ve özelinde kendi katkılarının ürettiği sonuçları yaşadı. Sanırım bu türden olayları artık sıkça yaşayacaktır.
Onun Gandi’ye benzetilmesi de sistemin propaganda uzmanlarının işiydi. Gırtlağına kadar şiddet içinde yaşayan Türkiye coğrafyasında, topluma, şiddeti reddeden bir barış peygamberi olarak sunuldu. Gandi’nin “pasif” direnişleri medya tarafından aylarca belgesellerle anlatılarak pasif direniş düşüncesi topluma şırıngalanmaya çalışıldı. Oysa Gandi’nin son noktayı koyduğu Hint halkının İngiliz Sömürgeciliğine karşı zaferinin arkasında 197 yıllık bir mücadele tarihi vardır. Esas olarak Gandi’den çok öncesinde, 1757’de başlayın bu mücadele, gerilla ya da silahlı köylü eylemlerinden dolayı İngiliz sömürgecilerini, kırsal bölgelerde oturamaz hale getirerek kentlere doğru çekilmek zorunda bıraktı. İngiliz sömürgecileri artık kırsal bölgelerde yaşayamaz hale geldiklerinde İngiliz emperyalizmi için bu denizaşırı sömürgenin astarı yüzünden pahalıya gelmeye başladığında ise mücadeleye pasif direnişler de katıldı. Direniş 1947’ye kadar sürdü ve zaferle taçlandı.
***
“Kibar erkek egemen” rolünü sergileyen Kılıçdaroğlu, Kürt özgürlük hareketi ile çıkan çatışmada ölen bir askerin Çubuk’ta yapılan cenaze töreninde HDP ile olan ittifak nedeniyle protesto edilerek fiziksel saldırıya uğradı. Kürt halkı ve onun siyasal iradesi olan PKK büyük bedeller ödeyerek aleyhinde sloganların eşliğinde, HDP’ye de tehditlerle birlikte öfke yağdırıldı.
Sosyal medyada “ama onlar sıradan halk çocuklarıydı” türü gerekçeler üretilerek olayı sulandırmak, hileli ve iğrenç bir davranıştır. Toprakları silah zoruyla işgal edilmiş olan ve gerilla adıyla adlandırılanlar da hem “halk çocuğudur” hem de haklı olan tarafı temsil etmektedir.
Sorun, ölen bu çocukların hangi milletten olduğu sorunu değildir. Sorun, bu çocukların ne uğruna savaşarak öldüğü sorunudur. Türkiye bir Kürt işgali tehlikesiyle karşı karşıya değildir, ama Kürdistan bir Türk işgalini yüzyıldır en kanlı haliyle yaşamaktadır. Cizre’de, Sur’da, Rojava’da, Afrin’de öldürülenler de “halk çocuğudur!” Ve beyaz halk çocuklarının cenazesine devlet töreniyle katılan, ama siyah halk çocuklarının onar onar katlinde devlet gücüyle gerçekleştirilen kanlı saldırılara kucağını ve gönlünü açan Kılıçdaroğlu, sadece katledilen Kürtlerin ölümünden değil, öldürülen Türk askerinin de ölümlerinin ilk iki sorumlusundan biridir.
Koruyucusu olduğu bu sömürgeci devletin yasalarıyla bile yasadışı olarak tanımlanamayan ve sadece Kürt halkının değil Türkiye halklarının da temsilcisi olmayı benimseyerek yürümeye çalışan HDP ile aynı karede görünmek bile istemediğini ısrarlı bir biçimde tekrar edip, onu terörize etmeye çalışan ve kitlelere hedef olarak gösteren sömürgeci Kılıçdaroğlu’nun, “Kürt’e yeterince zalimce saldırmadığı için” tokat yemesini sadece fanatik bir grubun tepkisi olarak göremem.
Herkes ektiğini biçiyor. Vekil bile olsa bir HDP’linin artık günlük üç öğün tayınını oluşturan resmi ve sivil doğrudan şiddete “demokrasi” bağlamından hareketle bile karşı çıkmayan, tersine 7 Haziran 2015’de tanığı olduğumuz gibi, demokrasinin kırıntıları arasında yapılan bir seçimin sonuçlarını savunamayan hatta seçimlerin yenilenmesinin kurucu aktörlerinden olan Kılıçdaroğlu, bu devlet şiddetini vekil düzeyinde bile eleştirmeyip üstelik ortak olurken, kendisine geçmiş olsun demiyorum.
Resmi ya da sivil şiddet uygulamasında ayağı kırılan, kaşından gözünden yaralanan, kanı akan benim vekilimin yanında olmayan ya da hiç olmazsa böyle bir davranışı kınamayan Kılıçdaroğlu için yüreğimde bir dirhemlik acıma duygusuna yer yoktur.
Ve Cizre’de ateşe verilen binaların bodrum katlarından gelen “su hewal suu!” sesleriyle uykularım bugün bile kâbusa dönüşürken, su isteğinin bodrumdaki insanları saran ateşi söndürmediğini gördüm ve yaşadım ben. İstekler değil, gerçekler ilgilendiriyor beni o andan bugüne.
***
Marks ve Engels’in müjdesini verdiği, sömürücü sistemleri ürküten o hayalet, bugün dünden daha büyük bir korkudur “sistem” için. İktidarı herkesle paylaşmak ve giderek insanın insan üzerindeki bütün iktidar biçimlerini, varlık nedenlerini yok ederek ortadan kalkmasını gerçekleştirmek isteğimiz egemen sınıflar için hep bir kâbus idi. Bu nedenle sistem egemenleri her zaman, umutsuzluğu körükleyerek nihai hedefimize ulaşamayacağımız inancını kurumuş yüreklerde pekiştirmeyi hedeflediler. Halk muhalefetinin büyüdüğü zor zamanlarda koşulları göz önüne alarak ya mevcut iktidarı “liberalize” edip, halkları “rehabilite” ederek ya da devlet şiddetini esas alarak egemenliğin sürdürülmesini hedeflediler. Binlerce yıldır, sınıf egemenliğine dayalı devlet yapılanmasının iki temel uygulama biçimidir sopa ya da havuç ile yönetme yöntemleri.
“Şiddete karşıyım” sözü komünist devrimciler için sahteciliktir. Sınıflı toplumlarda, sınıfları reddeden yeni bir dünyanın kuruluşunun şiddetsiz bir örneği yoktur, olamaz. Tarih gösteriyor ki iktidarların sömürülerini sürdürmek için gerçekleştirdiği her türden araca karşı mücadele etmek, sömürüye karşı çıkan her bireyin temel hakkı ve sorumluluğudur. Marks’ın söylediği gibi: “Zor, yeni bir topluma gebe olan her eski toplumun ebesidir; zor, bizatihi iktisadî bir güçtür.”
Hiçbir askeri hiçbir Kürt öldürmedi. Kürtün ölümünden de askerin ölümünden de sorumlu olan temel neden, Türkiye Cumhuriyeti denilen devlet ve toplumsal sistemin hâlâ “öteki” diye tanımladığı herkesi düşman olarak tanımlayan ırkçılığı ve sömürgecilikte ısrarıdır. Bu nedenle Kürt’ün de askerin de ölümünün sorumlusu, çıkarlarını korumak için bu toplumsal sistemin böyle devamından yana olan egemen sınıflar ve onların “bekası” için var olan sömürgeci kapitalist devlettir.
Elbette şiddet kavramının içeriği ve biçimi, onu kullanan güçlerin ideolojik politik düşüncelerinin içerdiği değerler sistemine göre tanımlanacaktır. Örneğin, savaşan güçlerden hangisi olursa olsun, tutsaklara işkence ve kötü muamele yapılmasını komünistler reddederler. PKK MİT mensubu tutsaklarına bile iyi muamele gösterip bir süre sonra onları özgür bırakırken, bugün cezaevlerinin tıklım tıklım Kürt politikacısı ile dolu olduğu bir tarihsel dönemde Kılıçdaroğlu’nun sessiz kalmasını kabullendirebilecek bir mazeret yoktur benim değerlerim içinde. Açlık grevleri karşısında kendi “vatandaşları” için iki damla gözyaşı dökmeyen bir lider, kendisi gibi kurt işareti yaparak kimlik gösteren birilerinin saldırısına uğradığında “kardeşler arası anlık bir tartışma” der geçerim.
Ölümlere karşı olan kişilerin istemleri, zulüm gören Kürt’e ve emir altında kalan askere “öldürmeyin” demek değil, ölümlere neden olan bu sosyo-ekonomik yapının barışçıl bir zeminde, her alanda halkların ve inançların eşitliği üzerine oturtulmuş özgür ve demokratik, çoğulcu, katılımcı ve emek eksenli yeni bir toplumsal yapının inşasıyla olabilir.
***
Beni itidale çağırmayın lütfen, itidalli olmak istemiyorum. İtidal örnekleri beni ya şaşırtıyor, ya çıldırtıyor. Bir dostum yazmış: “bu alçakça yumrukla ülkemize büyük acılar yaşatacak bir süreci başlatmak istiyorlar!” Bu sistemin kök hücresi ve iktidar karşısında en teslimiyetçi, en milliyetçi, en kişiliksiz tavır sergileyen; HDP’li vekillerin bugün zindanda olmasının baş mimarı Kılıçdaroğlu’nun başkan olduğu altı oklu bir CHP’den gerçekten demokrasi, özgürlükler vb alanında bir iyileşmeye önderlik yapabileceği umudunuz mu var?
“Maltepe’de toplanan yüzbinler ve hala sağduyusunu kaybetmemiş ve bu alçakların peşinden gitmeyeceklerini umduğumuz sağ görüşlü yurttaşlarımız barış içinde yaşayabileceğimiz geleceğimizin teminatıdır” diyor bir Komünist arkadaşım. Ne diyeyim şimdi, neresini eleştireyim her satırı bir facia olan bu düşüncenin. Sadece kendisinde var olan ve sağ görüşlü yurttaşlarına bağlanmış bir umuttan gelecek teminatı üretebilen bir anlayış nasıl bir savrulma halidir?
Ve geleceğe yönelik ne yapmak gerekir sorusunu koyup önüne, hiçbir öneri getirmeden hamaset yapıyor: “güçleri yok, kuru gürültü çıkarıyorlar, yenilecekler.”
Ve Marks “Komünistler, görüş ve niyetlerini gizlemeye tenezzül etmezler. Hedeflerine ancak tüm mevcut toplumsal koşulların zorla yıkılmasıyla ulaşabileceklerini açıkça ilan ederler. Varsın egemen sınıflar bir komünist devrim korkusuyla titresinler” derken, umudunu sömürgeciliğin kurucu mimarı bir partinin varlığına bağlayan bir düşünce nasıl bir solculuktur, anlayamam ben.
***
Yaşananlar gösteriyor ki, kendi güvenliğimizi kendimizin inşa etmesi gerekiyor artık. Ya teslim olarak biteceğiz, bir daha belki yüz yıl yeniden dirilmemek üzere, ya da Kürt yoldaşlarımızdan örnek alarak, kendi küllerimizden yeniden doğmayı becermek zorundayız.
Özsavunma güçlerimizi bir an önce hazırlamamızın nasıl bir gereklilik olduğu bu olayla bir kez daha açığa çıkmıştır. Sömürgeci Türkiye’de sistem bütünüyle tıkanmıştır. Önümüzdeki birkaç aylık sürede çok ciddi bir ekonomik krizle yüz yüze geleceğimiz açıktır. İçişleri Bakanı Soysuz’un şiddet çağırısının dozunu artırması muhtemel bir katliama ön hazırlık olarak değerlendirilebilir. Bir içsavaş demiyorum, çünkü iç savaş için birbiriyle savaşan iki güç gerekir ki biz şimdilik küçük birlikler halinde çok parçalı ve dağınık bir güçten başka bir şey değiliz. Gelecek fırtınanın, örgütlü ve savunma donanımlı özsavunma güçlerinden yoksun silahsız sistem muhaliflerinin ve antisömürgeci güçlerin Ağar+Çiller-Faili meçhul yöntemleriyle ya da AKP+MHP’nin Cizre’de Sur’da ve diğer Kürt kentlerinde sergilediği toplu katliamlarla yok edildiği bir süreci başlatabilir. Ekonomik krizin içerisinde ve Suriye’nin Esat tarafından yeniden dirilişi gerçekleşirken, kısacık Cumhuriyet döneminde bile halklara ve işçi sınıfına yönelik kırk elli büyük katliam yaşatmış bu ceberut devletin bir katliam daha yaşatması bir sürpriz olamaz.