Almanya’da Türkiye ve Kürdistanlı 19 devrimci, Türk devleti kaynaklı “terör” iddialarıyla tutsak. Ağır tecrit altındaki mahkumlar, tek kişilik hücrelerde kalıyor. Cezalandırmalara kaynaklık eden 129a-b maddeleri ise, büyük hukuksuzluklara ve politik kararlara kapı aralıyor
SÜRGÜNDE DE TUTSAK Almanya’da 129a-b yargılamaları 1. bölüm
BASINDAN| 31-03-2016 |Almanya’da 7’si PKK, 10’u TKP/ML ve 2’si DHKP-C üyeliğinden olmak üzere Türkiye ve Kürdistanlı 19 devrimci, ağır tecrit koşulları altında tutsak… Bunun yanı sıra yüzlerce soruşturma, Ceza Yasası’nın farklı maddeleri dayanak gösterilerek sürdürülüyor. Ülkesinden sürgün edilerek Avrupa’ya ulaşan, birçoğu Türkiye hapishanelerinde yıllarca yatmış, bazıları hastalıklarından dolayı geçmişte tahliye olmuş tutsakların aileleriyle görüşmesi bile eziyet! Demokratik kurumlar, bu zulme son vermek için halkı göreve çağırıyor. Yazı dizimizde Almanya’daki Türkiye ve Kürdistanlı politik tutsaklara dair güncel veriler, demokratik eylemlerin tutuklanma gerekçesine dönüştürülmesine gösterilen “yasal” dayanaklar, tutsakların cezaevi koşulları ve hukukçular ile demokratik kitle örgütü temsilcilerinin görüşleri yer alacak. 129. MADDENİN TARİHİ Almanya’nın Ceza Kanunu’nda “terörle mücadeleyi” kapsayan 129a-b yasasının kökleri, 1878 yılında, Weimar Cumhuriyeti Başkanı Otto von Bismarck’ın çıkardığı “Sosyalistler Yasası”na dayanıyor. Yasa, 1919’da “Cumhuriyeti Koruma Yasası” halini alıyor ve baskılar, sansür, gösteri yasakları, örgütlenme yasağı gibi uygulamalarla giderek yoğunlaşıyor. Nazi iktidarı döneminde baskılar, vahşet düzeyine ulaşıyor. Hitler’in çöküşü ardından, 1951 yılında Ceza Yasası gözden geçirilse de, 129. maddeye dokunulmuyor. Yasa uyarınca 1951’de önce Özgür Alman Gençliği yasaklanıyor ve 1500 üyesi farklı uzunlukta hapisle cezalandırıyor. Aynı yıl içinde Almanya Komünist Partisi’ne (KPD) ise 129. maddeden tam 125 bin soruşturma açılıyor; bunların yüzde 5’inde ceza veriliyor. İlerleyen yıllarda da soruşturmalar, dönem dönem artan yoğunlukta devam ediyor. 129. madde, 1970’li yıllara kadar “suç örgütü kurmak, yönetmek ve üyesi olmak” suçlamasını kapsıyordu; yani fiil “terörist” değil “kriminal” olarak değerlendiriliyordu. Almanya solunun 1970’li yıllarda radikalleşmesi ve ev işgalleri ile Kızıl Ordu Fraksiyonu (RAF), 2 Haziran Hareketi (Bewegung 2. Juni), Devrimci Hücreler (RZ) ve Rote Zora gibi örgütlenmelerin ortaya çıkması gerekçe gösterilerek yasa genişletildi; 129a’nın eklenmesiyle “terör suçlarını“ da kapsar hale getirildi. Maddenin b bendi ise 2002 yılının Nisan ayında, ABD’deki İkiz Kuleler’e yönelik saldırı gerekçe gösterilerek çıkarıldı. Ne var ki bu madde, 2011 yılına kadar yalnızca Devrimci Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi’ne (DHKP-C) yönelik soruşturmalarda dayanak olarak kullanıldı. Bu tarihe kadar PKK dosyalarında ise -1993’te PKK’nin “ülke içinde” özel olarak yasaklanması gerekçe gösterilerek- 129a dayanak gösteriliyordu. 2011’den sonra ise PKK dosyaları da 129b uyarınca görülmeye, cezalandırmalara PKK’nin Türkiye’deki eylemleri de gerekçe gösterilmeye başlandı. 129b, yurtdışındaki bir “terör örgütü” adına dünyanın herhangi bir yerinde ve herhangi bir zamanda suç işleyenlerin Almanya’da soruşturulması ve ceza almasını düzenliyor. Madde kapsamında yargılanmak için bahse konu örgütün herhangi bir “terör örgütleri listesine” dahil olması, bahse konu fiilin ise herhangi bir mahkeme tarafından mahkum edilmiş olması gerekmiyor. Almanya, suç işlendiği iddia edilen ülkedeki (sözgelimi Türkiye’deki) olaylarla ilgili detaylı bir soruşturma yürütemeyeceğine göre, geriye “suçluyu”, “teröristi” tespit etmek için iki yöntem kalıyor: Afaki, genel değerlendirmeler ya da ilgili ülkenin istihbarat raporu! Bu iki yöntemin de uluslararası hukuk normlarıyla ilgisi yok. Yalnızca Almanya’da uygulanan ceza yasası, bu nedenle hukukçular tarafından sert biçimde eleştiriliyor; fakat bu, durumu değiştirmiyor. Avukatların yasanın kaldırılması için Anayasa Mahkemesi’ne yaptığı tüm başvurular da geri çevriliyor. 129b soruşturmalarının hukuka aykırılığına ilişkin bir başka kanıt da, dava açılmasının bir savcıya değil Adalet Bakanı’na -yani “yürütme” erkine- bağlanmış olması. Kendisi de bir sürgün olan ve Azadî Hukuk Bürosu’nda Kürtlere yönelik hukuksuzluklara karşı mücadelesini sürdüren Avukat Mahmut Şakar, “güçler ayrılığına” aykırı bu uygulamayı şöyle değerlendiriyor: “Hukuk tekniği açısından bakıldığında tamamen yanlıştır. Takdir, yürütmeye bırakılmıştır. Bakanlık neye göre izin veriyor? Suç oluşturan mekanizma burada yürütme oluyor. Bu da hukuk devletiyle çok temelden çelişen bir yaklaşım. Bu açıdan da 129b’de politikanın görünürlüğü çok belirgindir. Kaldı ki, Türkiye’deki hukuki süreçleri, siyaseti kıstas olarak alıp bir örgütü terörist olarak yorumlamak, doğrudan politik bir tutum oluyor. Türkiye’nin politikalarını ortak uygulamak, bu açıdan da aslında suçlara ortak olmak anlamına geliyor.” İTİRAFÇIDAN DELİL, YANDAŞ YAZARDAN BİLİRKİŞİ! 129b maddesi dayanaklı soruşturmalar, Türk devletinin müdahalesiyle de sıklıkla gündeme geliyor. Bu müdahalenin en tipik örneklerinden birinin belgelerine, geçtiğimiz günlerde Yeni Özgür Politika ulaşmıştı: Halen tutuklu bulunan ATİK’lilerin davasında TKP/ML’nin terör örgütü olduğu tezi, şu anda Cemaat iddiasıyla soruşturulan Türk Emniyeti’nden bazı Emniyet Müdürlerinin hazırladığı bilgi notlarına dayanıyordu. Soruşturmalar, bu örneğin benzerleriyle dolu. Almanya, Fransa ve Danimarka’daki “terör soruşturmalarına” tanıklık eden Avukat Mahmut Şakar, Türk devletinin müdahalelerine ilişkin şu değerlendirmeleri yapıyor: “Genel bir doğru olarak söyleyeyim: Türkiye olmadan bu davaların açılma şansı yok. Bu davalarda Türkiye, görünmeyen taraftır. Alman, Danimarkalı ya da Fransız savcıların yanında görünmeyen bir koltuk daha bulunuyor; orada da Türk savcılar oturuyor. Almanya’daki bazı davalarda, Danimarka davasında, Roj TV’nin kapatılması davasında Türkiye’den itirafçılar dinlendi. Türkiye’deki itirafçılık mekanizmasını biz biliyoruz: Savaşın bir parçası, paramiliter bir örgütlenme, suça bulaşmış bir şebeke… Kendisi aslında yasadışı, tamamen Türk İstihbaratı ve Emniyet’i tarafından yönlendirilen bir mekanizma. Ama siz bunların söylemleri üzerine yargısal bir karar oluşturuyorsunuz.” Şakar, birçok davada iddiaların Türkiye’deki basın dayanak gösterilerek oluşturulduğunu, hatta bazı bilirkişi raporlarında dahi Türk medyasında operasyonel görev yapan köşe yazarlarının yazdıklarının “bilgi” kabul edildiğini belirtiyor. TECRİTTE ‘ALMAN MARKASI’: Siyaset konuşmak bile yasak! Alman Ceza Kanunu’nun 129. maddesi uyarınca yapılan yargılamalarda sanık, “tehlikeli terörist” olarak görülür ve ona göre muamele görür. Bu muamele, mahkemede olduğu kadar tutukluluk aşamasında da kendini gösterir. Tutukluluk, iki aşamaya ayrılmıştır: “Cezalandırma ve Yargıtay’ın onaması” ile “hükümlülük”. Bazen yıllar sürebilen ilk aşamada (129b’den yapılan yargılamalarda mahkeme, ilk iki yıl boyunca duruşmalara başlamama hakkına sahiptir.) mektuplaşmadan ziyarete, gazetelere ulaşımdan diğer tutsaklarla ilişki kurmaya dek tüm alanlarda ağır bir tecrit uygulanır. * Tutsaklar, avukat ziyaretleri de dahil olmak üzere tüm görüşlerini, cam ardından yaparlar. Hiçbir görüşte, birlikte tutuklandıkları arkadaşlarından veya dışarıdaki siyasal durumdan bahsedemezler. Türkçe veya Kürtçe konuşabilmeleri, önceden izin almalarına ve tercüman bulunmasına bağlıdır. * Tutsaklar, tek kişilik hücrelerde kalırlar. * İlk aylar boyunca hapishane görevlileri dışında hiç kimseyle görüştürülmezler. Halihazırda PKK, TKP/ML veya DHKP-C dosyalarından tutuklanan bütün devrimciler, bu süreci yaşadılar. TKP/ML üyesi olduğu iddiasıyla tutuklanan Erhan Aktürk’ün avukatı, müvekkili yalnız kalsın diye hapishanenin bir katındaki 25 hücrenin boşaltıldığını, ilk 6 ay boyunca müvekkilinin içeride mutlak bir yalnızlıkla baş başa bırakıldığını aktardı. PKK dosyasından tutuklu kalmış ve tahliye olmuş, adını açıklamak istemeyen başka bir mahkum ise, tahliyesi ardından bir süre konuşma güçlüğü çektiğini belirtti. * Almanya makamları tarafından onaylanmamış hiçbir süreli yayına ulaşamazlar. Türkiye’de yayın yapan muhalif dergi ve gazetelerin okunması yasaktır. TKP/ML üyeliği iddiasıyla tutuklu bulunan Müslüm Elma’nın avukatı, müvekkiline Türkiye’deki gazetelerdeki ilgi çekici haberlerden bir derleme gönderdiğini, ancak bunun bile “siyasi” denilerek engellendiğini aktardı. * Mektuplaşmalarda dışarıdaki siyasi durumdan bahsedemezler. Böyle mektuplar, hapishane idaresi tarafından engellenir. * Birçok örnekte tutsakların sağlık haklarının kısıtlandığı da görülmüştür. Bunun en tipik örneği, Türkiye’de hastalıklarından dolayı tahliye edilmiş ölüm orucu gazilerinin Almanya’da yeniden ve hatta daha ağır tecrit koşullarında hapsedilmesidir. * Dosyaların bazı bölümleri, “ülke güvenliğini tehlikeye atacak denli gizli” olmaları sebebiyle avukata da sanığa da verilmez. Silah tüccarı hukuku! Geçmişten bugüne ekonomik ve siyasi kirli ortaklıklar içeren Almanya-Türkiye ilişkileri, yüzeydeki bazı dalgalanmalara rağmen son yıllarda da derinleştirilerek sürdürüldü. Almanya, AKP eliyle tahkim edilen “Yeni Türkiye”nin ve onun Ortadoğu’daki hemen bütün rollerinin de kirli ortağı olmaktan vazgeçmedi. Her ne kadar son günlerde mülteci sorunu bağlamında yürüyen pazarlıklar üzerinden okunsa da, bu ilişkinin en önemli unsurunun silah ticareti olduğu yaygın bir görüş. Zira Almanya, dünyanın üçüncü büyük silah ihracatçısı; Türkiye ise yedinci büyük silah ithalatçısı. Almanya, yalnızca 2015 yılında 7.5 milyar Euro’luk silah ihracatı gerçekleştirdi. Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü’nün (SIPRI) 2009 yılında yayınladığı araştırmanın sonuçlarına göre Türkiye, Almanya’dan silah alan ülkeler arasında birinci sırada. Almanya, silahlarının yüzde 15.2’sini Türkiye’ye satıyor. Bu hesapla Türkiye’nin Almanya’dan yıllık 1 milyar Euro dolayında tutan silah ihracatı gerçekleştirdiğini tespit etmek mümkün. Yine Almanya’nın Suriye konusunda da Türkiye’yle dönem dönem derinleşen bir uyumla hareket ettiği görülüyor. HDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş bunu, “1. Dünya Savaşı dönemindeki Osmanlı-Almanya yakınlaşmasına” benzetmiş ve “stratejik bir ortaklığa dönüşebileceğini” söylemişti. Bu ortaklık, Almanya’nın Kürt halkına yönelik vahşete sessiz kalmasını ortaya çıkardığı gibi, Almanya’daki PKK soruşturmalarına da yansıyor. Bunun yanı sıra Türk Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın eski danışmanı da olan Muhammed Taha Gergerlioğlu ve beraberindeki iki kişinin “Türk devleti hesabına ajanlık” suçlamasıyla yargılandığı dava, duruşmaları tamamlanmadan komik kefaletlerle kapatılabiliyor. Bu veriler, önümüzde hukuki bir süreç bulunmadığını belirginleştiriyor. Dolayısıyla hukuki değil politik olan süreçleri, politik mücadeleyi gündemleştirmeyen bir bahsin konusu yapmak da oldukça güç. Mülteci hukuku mu? Boşver gitsin! Almanya’da tutsak alınanların önemli kısmı, politik iltica hakkı elde etmiş yurttaşlar. Bu demek oluyor ki Almanya, Türkiye’de politik tercihlerinden, mücadelelerinden dolayı zulüm görmüş olduklarını kabul etmiş; bu gerekçeyle de ülkesine sığınmalarına izin vermiş. Fakat bu da durumu değiştirmiyor; tutsaklar, ülkelerinden çıkmalarına neden olan zulmün aynısına, iltica ettikleri ülkede de maruz kalıyor. Avukat Mahmut Şakar, bu durumu şöyle değerlendiriyor: “Türkiye’deki savaş gerçeğinden hareketle mülteci statüsü almış durumdalar. 129b gibi bir yasayla tutuklanmaları, hukuki açıdan ilticanın mantığını ortadan kaldırıyor. Onlar, çelişkide taraf oldukları için buradalar zaten. Almanya da bu taraflıktan kaynaklı onlara iltica hakkı tanımıştır. Şimdi bu insanları gelme nedenlerine dayanarak yargılamak, iltica hakkının da tamamen yok sayılması, ortadan kaldırılması demek oluyor. Uluslararası sözleşmelerle belirlenmiş bu hakkın kullandırılmamasıdır.” DİYARBAKIR ZİNDANI’NDAN HAMBURG ZİNDANI’NA… 24 yıllık tutsaklığın ardından yine tutsak… Bedrettin Kavak, 12 Eylül 1980’deki askeri darbe öncesinde, Temmuz ayında tutuklandı; Esat Oktay Yıldıran öncülüğündeki vahşi işkencelerle meşhur olmuş Diyarbakır 5 Nolu Cezaevi’ne götürüldü. Kavak, akıl almaz işkencelere karşı direnen PKK’li tutsaklardan biriydi. Bedrettin Kavak, Türkiye cezaevlerinde toplam 24 yıl boyunca hapis yattı. 24 koca yıl… 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu Direnişi de aralarında olmak üzere, tutsaklığı sırasında gerçekleştirilen bütün ölüm orucu ve açlık grevi direnişlerine katıldı. Ayrıca 1982 yılında, Diyarbakır Zindanı’nın boyun eğmeyi reddettiği ağır işkenceleri nedeniyle tüberküloz hastalığına yakalandı. Ömrünün 24 yılını Türkiye’nin zindanlarında geçirmiş bu devrimci, 26 Ağustos 2015’ten bu yana ise Almanya’da tutsak. Ağır tecrit koşullarında, tek kişilik hücrede tutuluyor; kimseyle sağlıklı iletişim kurmasına izin verilmiyor. Kavak’ın Diyarbakır 5 Nolu Cezaevi ve ardından Nazilli Cezaevi’nden koğuş arkadaşı Hikmet Tüysüz, 30 yıllık yoldaşını şöyle anlatıyor: “Bedrettin yaklaşık 24 yıl yattıktan sonra cezaevinden çıkmış. Hem baskıların devam etmesi hem de hastalıklarından dolayı yurtdışına gelmişti. İlk geldiğinde tesadüfen bir yürüyüşte karşılaştık. Sadece saçları biraz dökülmüştü ama onun dışında direnmeye devam ediyordu. Ne huyu suyu ne de gücü değişmişti. Burada da halkı için çalışmaya devam etti. 26 Ağustos 2015’te Bonn’da tutuklandı. Bu tek kelimeyle vahşettir.” Avrupa’daki tutsakların yeterince gündeme gelmediği eleştirisinde bulunan Tüysüz, herkese çağrı yapıyor: “Tutsaklarımızı ve davamızı sahiplenmemiz gerekiyor. Tüm Kürtler bunu görev olarak önüne koymalıdır. İnsana cezaevinde bir mektubun yetişmesi bile moral güç olabiliyor. Özellikle Almanya’daki bir cezaevinde insan çok zorlanır. Bedrettin Almanca da bilmiyor. Onu yalnız bırakmamalıyız. Bir mektupla bile çok şey yapabiliriz. Ayrıca bu konuda yapılmış eylemlere güçlü biçimde sahip çıkmalıyız. Bu konuda hem kurumlarımıza hem de halkımıza çağrı yapıyorum.” DİLAN BİÇER / OSMAN OĞUZ /yeniozgurpolitika.org YARIN: * Tutsakların hikayeleri ve adresleri * Hukukçu ve siyasetçilerin görüşleri |