Öncelikle, devrimci demokratik hareketlerin bu zamanlarda tartışmaların merkezine seçimleri koymaları yakın zamanın en belirgin zaaflarından biridir. Devrimin temel sorunlarının seçim merkezli tartışılması esas olarak egemen sınıflara hizmet eden seçimlerin hegemonyasına işaret etmektedir.
Daha önce de vurguladığımız gibi ve bu dönemde özellikle dikkat çekmemiz gereken bir görüş olarak genel ya da yerel tüm seçimlerin kitleleri gerici düzenle güçlü bir şekilde birleştirmeye; egemenlerin kendi aralarındaki güç mücadelesinde kitlelerin bir dolgu malzemesi olarak kullanmasına; halk yönetimini sadece yönetici seçmeye indirgeyerek örgütsüzlüğü gizlemeye ve halkı iradesizliğe mahkûm kılmaya, böylece halk üzerinde ideolojik hegemonyayı kolaylaştırmaya; egemenlere karşı öfke ve tepkiyle harekete geçme eğilimini reform uğruna boğmaya hizmet ettiğini yineleyelim.
Devrimci hareket dünden bugüne, seçim süreçlerinin halk kitlelerini politize eden özelliğini, legal olanakları da kullanarak örgütlenmenin bir aracı olarak değerlendiregelmiştir. Bu süreçler halkı devrim saflarında örgütlemenin bir aracı olan ajitasyon-propaganda için önemli fırsat sunan süreçlerdir. Dolayısıyla bu süreçlere devrimcilerin ilgisiz kalması söz konusu değildir. Bu süreçlerde özel bir politika belirlemek, genel çizginin ve ilkelerin yansımalarını saptamak, politize olmuş kitlelere kendi sözünü söylemek, amacını ve yolunu açıklamak neredeyse bir zorunluluktur. Bunu ihmal etmek, küçümsemek nihayetinde devrimlerde kitlelerin rolünü yadsımak anlamına gelir. Devrim için kitleler devrim hakkında aydınlanmalıdır. Seçim süreçlerinde de temel görev bunu gerçekleştirmektir. Aslolan kitlelere devrimin bilincini taşımak, sisteme karşı mücadele olanaklarını genişletmek ve politik iktidar için seferber etmektir.
Komünistler devrim için ajitasyon-propaganda olanağı içerdiği oranda seçimlere değer vermişlerdir. Kitleler üzerindeki komünist etkinin görülmesi ve bu etkinin gelişmesi için değerlendirilen seçimlerden bundan öte bir beklenti yoktur. Seçimlerin, burjuva demokrasisinde iddia edildiği gibi “halkın iradesi”ni somutlaştıran bir yol olma özelliği yoktur. Halkın iradesinin somutlaşması için halkın örgütlü olması, çıkarlarının farkına varacak, bu çıkarları gerçekleştirecek olanaklara sahip olması gerekir. Burjuva demokrasilerinde bu olanaklar esas olarak burjuvaziye aittir. Söz konusu olanakların varlığı için, yine ileri sürüldüğü gibi “anayasal haklar” veya sözde kalmış kabuller kesinlikle yeterli değildir. Bu olanaklar “güçlü” olmakla, bu olanakları doğuran şartlara hâkim olmakla, daha temel bir ifadeyle söylersek üretim araçlarına sahip olmakla, dolayısıyla devleti yönetme hakkı ile bağlantılıdır. Üretim araçlarına sahip olanlar devleti de yönetirler, dolayısıyla “demokrasi” de bu yönetimin kontrolündeki siyaset olarak şekillenir. Tam da bu nedenle en ileri burjuva demokrasilerinde bile halkın iradesi gerçekleşmez. Halkın iradesini ortaya çıkarmak ve gerçekleştirmek üzere hayata geçirilen “demokrasi” uygulamaları nihayet burjuvazinin kontrolünde gerçekleşen “demokrasi oyunları”ndan ibarettir. Türkiye koşullarında bu gerçeklik çok daha net olarak böyledir. Çünkü Türkiye’de başta işçi sınıfı olmak üzere tüm halk kesimleri için haklar burjuva demokrasilerinde ulaşılmış seviyenin çok daha gerisindedir. Bu ülkede “demokrasi oyunları” bile yönetenler için “tehlike” yaratacak niteliktedir. Bunu en son ve güçlü/tartışılmaz bir biçimde “kontrol dışı” değerlendirilen -ki bu bile abartılı bir belirleme- belediyelere, derneklere uygulanan kayyım politikasında gördük.
Dolayısıyla seçimlere dair komünistlerin genel yargısının Türkiye koşullarındaki gerçekliğini bırakın kabul etmeyi tartışma konusu yapacak halktan birileri dahi yoktur. Hemen herkes Türkiye’de seçimlerin, sadece egemen sınıf kliklerinden hangisinin “millet” meclisini ya da özelde belediye meclisini yöneteceğini belirlemeye yaradığını bilir. Bu meclislerin düzeni değiştirme, halkın çıkarlarının gerçekleşme olasılığının pek olmadığını bilmekle birlikte bu meclisler aracılığıyla sağlanan gelirlere sahip olmak, buralardaki finansmanı, çeşitli olanakları kullanmak için de halkın önü kesilmektedir. Genel ya da yerel seçimlerin temel özelliği budur…
Bu temele oturan seçimler bu düzene bağlı kalmak/olmak üzere gerici yasalarla sınırları belirlenmiş yönetimlerde kimin bulunacağını karar vermeye dayanmaktadır. Bu da her seferinde faşist düzenin onayına dönüşmektedir. Egemen klikler arasındaki aynı gerici hedefler için devam edegelen dalaşta kitlelerin kimi tercih etmesi gerektiğine karar vermek devrimci hareketin bir tavrı olamaz. Buna dönüştüğü her yerde seçimleri protesto etmek, bu karara ilgisiz kalmak temel tavrımız olmalıdır, olacaktır.
Artan Saldırılar
Faşist diktatörlük niteliği itibarıyla demokratik hak ve özgürlükleri sınırlayan, seçimleri faşizme maske yapan, legal temelde, yasal olarak belirlenmiş hakları dahi gasbetmekten imtina etmeyen bir politik güçtür. Tepeden tırnağa örgütlüdür ve halkın örgütlenmesine tamamen karşıdır. Halkın örgütlenmesi olasılığını da sınırlayan, zayıflatan bir yönelime sahiptir. Tarihinin kimi dönemlerinde bu yönelim daha yoğun saldırılarla gerçekleşir. Bu dönemlerin kitleler üzerindeki ekonomik ve sosyal baskıların arttığı dönemler olması açıktır ki tesadüf değildir. Kitlelerdeki devrimci eğilim kendini daha çok bu dönemlerde hissettirir. “Devletin bekası” denen mefhumun sıklıkla gündeme gelmesi de bu sebepledir. Faşist düzenin ayakları kendini taşıyamayacak kadar zayıftır. Bu çürümüş bedenin taşınması için onun sopaya gereksinimi vardır. Bu özelliği onu saldırıların dozunu dönem dönem artıran bir tutuma mahkûm eder. Bu süreçte de yaşanan yoğun ve kesintisiz saldırının nedeni özellikle ekonomik açıdan koşulların ağırlaşmakta olmasıdır.
Söz konusu olumsuz koşullar sadece ekonomik alanda yaşanmıyor. Oradan diğer alanlara sirayet ediyor. Yerel seçimlerle beraber kitlelerde oluşan kendiliğinden politikleşmeyi düzenin faşist partileri daha başlarken en gerici seviyeye taşımak için adımlar atmaya başladılar. Buna sadece iktidar partisinin yöneldiğini düşünmek saflık olacaktır. İktidar olmasından ötürü bu kliğin daha yoğun bir gericilik göstermesi olağandır. Bununla birlikte biz aynı nitelikteki gericiliğin “muhalefet” partilerinde de egemen olduğunu görüyoruz. Belirlenen adaylar, yapılan tartışmalar, yaratılan beklentiler nihayetinde devletin bekası içindir. “Cumhuriyet”i sahiplenme tutumu her birinin temel tutumudur. İktidar partisinin saldırganlığında özel olarak dikkat çeken unsur cumhuriyetin temeli olarak ileri sürülen “burjuva demokrasisi”nin faşist yönetimde yadsınmak zorunda kalınmasıdır. Bu cumhuriyet burjuva demokrasilerinin en gericilerinden biridir, çünkü aynı zamanda feodaldir. Kendine örnek aldığı burjuva demokrasilerindeki kimi düzenlemeler onun için sürdürülemezdir, dolayısıyla geçicidir. Türkiye’de darbeler gerçekliğinin temelinde bu özellik vardır. Son on yıla damgasını vuran özellik de budur. Demokrasi her bakımdan sınırlanmış, halkın iradesi bu on yıl boyunca bastırılmıştır. Yerel seçimler de bu koşulda gerçekleşmektedir.
2015’ten itibaren devam eden topyekûn saldırı boyunca burjuva-feodal diktatörlük artık faşist yasalarını, hatta anayasasını dahi kendisini sınırlandıran bir faktör olarak değerlendirmektedir. Her yerde ve pozisyonda özel olarak Kürt düşmanlığı yapan, Irak ve Suriye’yi de kapsayan bölgede saldırgan bir güç olarak hareket eden, içeride en küçük hak talebini dahi boğmaya çalışan yoğun gericilik istikrarlı bir çizgiye dönüşmüştür. Bizim için bu “aslını sergilemek” zorunluluğudur. Bazılarının sandığı gibi cumhuriyetten bir sapma değil, bu onun ta kendisidir: neredeyse maskesizlik halidir.
Halk güçlerini ideolojik kuşatmayla sistem içinde tutma, ancak sistem içinde de elde edilen hakları asla kullandırmama şeklinde bir politika söz konusudur. Bu politikada bir başarı elde edildiği de görülmektedir. Kazanılmış belediyelere kanun maddelerini dahi zorlayarak, yer yer tanımayarak kayyımlar atanmış, belediye başkanları tutuklanmış, legal ve demokratik kurumlar alabildiğine açık biçimde keyfi olarak kapatılmış ya da işlemez hale getirilmiştir. Milletvekillerini hapse atmak ya da sudan gerekçelerle vekillik düşürmek uzunca bir süredir rutin bir uygulamadır. Can Atalay’ın milletvekilliğinin düşürülmesinde tanık olduğumuz gibi Anayasa Mahkemesi de gerektiğinde işlevsiz bırakılabilmektedir. Düzenin temeli olarak tanımlanan Anayasanın da tanınmaması anlamına gelen bu tutum “devlet bekası”nın ne menem bir şey olduğunu bir kez daha göstermiştir. Bir kez daha diyoruz, çünkü bu ilk kez yaşanmıyor. Cumhuriyetin tüm tarihinde onlarca kez Anayasa aynı güçlerin elinde işlevli olduğu sürece kullanılmıştır, işlevsiz kaldığında delinmiş, tanınmamış, rafa kaldırılmıştır…
Yerel seçimler böylesi bir politik iklimde gerçekleşmektedir. Kayyım sopası bir deneyim ve açık tehditle devrededir. Zaten demokratik ortamda gerçekleşmeyen seçimler, ortaya çıkacak iradenin gasp edileceği yaklaşımının belirlenmiş kuralları içinde örgütlenmektedir.
Faşist diktatörlük tüm güçleriyle bu seçimleri de güçlü bir şovenist kampanyayla örgütlemektedir. Kürt düşmanlığı, “terör umacası”, “milli ve yerlilik”, sahte emperyalizm düşmanlığı gibi politik argümanlarla kitleler kuşatılmakta, zehirlenmekte ve şekillendirilmektedir. Bu tabloda kuşatılan halkın örgütsüzlüğü ile oluşan şovenizmin tüm yansımaları sosyal şovenist yaklaşımları da güçlendirmektedir. AKP-MHP kliğine karşı muhalefet eden kitleler içinde sosyal şoven eğilimler etki kazanmakta, muhalif ama şovenist olan partiler bu seçim denklemi içinde ehven-i şer gösterilmektedir.
Devrimci sınıfların siyasal temsilcileri seçim çalışmalarını bu politik iklim içinde yoğunlaştırmıştır. Bu çalışmalarda halkın mücadelesini geliştirmek ve örgütlemek için legal olanakları ve seçimleri değerlendirmeye dayalı bir yaklaşımın esas olarak oluşmadığını söylemek gerek. Sözünü ettiğimiz politik iklimi sorunlaştıran bir tutumun olmaması bir süredir egemenleşen tasfiyeciliğin ve düzeniçiliğin ulaştığı boyutu göstermektedir. Yürütülen ittifak çalışmaları, aday tartışmaları, kayyım tehlikesini bertaraf etmeye dair “taktik” yaklaşımlar, “halkçı belediyecilik” argümanları vs. nihayetinde aracın amaçlaştığı bir pragmatizme işaret etmektedir. Bu durum süreci, sosyal şovenizme kapıların aralandığı ve kitlelerin bu saldırıya açık hale getirildiği, muhalif faşist partilerle açık ya da örtülü “kazan-kazan” pazarlıklarının döndüğü ve kitlelerin faşist kliklerin oyununa dahil edildiği, lokal ölçekte kazanma ve koltuk kapmanın mücadele güçlerinin birleştirilmesine tercih edildiği bir niteliğe büründürmüştür. Reformizm devrimciliğin yerine ikame edilmiş ve daha da kötüsü reformizm ve düzeniçilik devrimcilik olarak kitlelere sunulmuştur.
Reformizm sürecin politik niteliğini anlamaktan, halkın gerçek sorununu kavramaktan uzak bir politik şekillenişle karşımıza çıkmaktadır.
Açlık, yoksulluk ve faşist baskı altında adeta cendereye alınan halk kitleleri için temel sorun kimin yöneteceğinden çok günlük yaşamla nasıl baş edebileceğidir. Seçim, hangi partinin seçimlerden zaferle çıkacağı tartışması egemenlerin köpürtmeye çalıştığı bir tartışmadır. Kitlelerdeki beklenti asla kurtuluş değildir. “Hiçbiri” seçeneği daha güçlüdür, buna karşın bu seçeneğin maddi bir güce dönüşmesinin koşulu zayıftır. Her seçim sonrası faşist diktatörlüğün daha güçlü ekonomik ve siyasi saldırıları hayata geçmektedir. Kitlelerin ihtiyacı çelişkilerin temeline inmek, bu çelişkileri derinleştirerek bağımsız eylemiyle haklarını genişletmek, egemenleri zorlayacak mücadeleye girmektir. Seçimler ise keskinleşmiş çelişkilerin teskin edilmesine yol açmakta, kitlelerin bağımsız eylem arayışını kösteklemekte ve örgütsüzlüğü derinleştirmeye hizmet etmektedir.
SEÇİM OYUNUNA KARŞI HALKIN İRADESİ
Bu tabloda yerel seçimlerde halkı genel olarak sandığa yönlendirmek, salt devrimci ya da demokratik adayların varlığından hareketle onlara destek vermeye davet etmek belirsiz, amaçsız ve ortaya çıkan tehlikeli politik yaklaşımlara prim verme tehlikesini içermektedir. Halkımızı bu tehlikeye karşı uyarma sorumluluğu taşıyoruz ve bu sorumluluğa uygun olarak özellikle hâkimiyet sorunu yaşanan, egemen sınıf kliklerinin dalaşına bağlanmış yerlerde, içinde demokratik, halktan kesimler olsa da seçimlere katılmayacağız. Belli bir devrimci ve demokratik özellik gösteren ve kendimizi ifade etmek ve örgütlenme olanağını sunan yerler ve alanlar dışında “seçme” süreçlerinin dışında kalacağız. Açık ya da örtülü hemen tüm ittifaklarda şovenizm, sosyal şovenizm, kayyım korkusu söz konusudur. Bu özellikler seçim pazarlıklarında da görülmektedir. Bunları doğru ve halkın çıkarlarına uygun, halk iradesinin gerçekleşmesine gidecek bir yol önünde engel olduğunu değerlendiriyoruz. Bu özellikler dolayısıyla halkın iradesi baskılanmakta, düzeniçileşme süreci yeniden, üstelik halkın irade geliştirmeye çok yatkın olduğu kayyımlar konusunda da örülmektedir. Bunun bir parçası olmayacağız.
Bilindik grubun oportünizmi ve sinsi varlığından kaynaklı “Partizan” adının kirletilmesi konusunda da tüm devrimci güçleri bir kez daha Partizan’ın kimliğine ve tarihine saygılı olmaya davet ediyoruz. Partizan’ın oluşmuş bir çizgisi ve devrimci tüm kesimlerce anlaşılmış ilkeleri vardır. Bunlardan mahrum olanlar onu temsil yeteneğinden de yoksundurlar…
Halkın örgütlenmesi ve mücadelesini içermeyen seçim ilişkilerinin ve ittifaklarının, koltuk almaya dayalı pazarlıkların, araç olması gereken legal alanların amaçlaştırılarak legalizmi pekiştirmesinin tehlikeli ve halkın kurtuluş mücadelesini kösteklemeye yol açtığı bilinci ile hareket edeceğiz.
Halkın İradesini Baskılayan Seçim Oyununu Boz!
Sandığa Umut Bağlama!
Yaşasın Halkın Örgütlü Mücadelesi!
Şovenizme ve Sosyal-Şovenizme Prim Verme!
Devrimci Mücadeleyi Yükselt!